UNUTUŞ IRMAĞINDA KENDİMİZİ UNUTMAK, HATIRLAMAK İÇİN KENDİMİZİ TEKRAR UNUTABİLMEK
**
Bir ay oldu neredeyse, bloğuma
yazamadım, daha doğrusu yazmaya zaman ayıramadım.
Yaklaşık bir yıldan beri çok eskiden okuduğum ve etkisinde kaldığım, anlamı çok derin olan Yunan mitolojisinde, yer altında akmakta
olduğu var sayılan ''Lethe Unutuş Irmağı'' 'nın
kendisini bana hatırlatmasıyla geriye dönüp Facebook/ Özdener Güleryüz'ün Kaleminden adıyla bloğuma bağlı sosyal medya
paylaşım sayfamdan, Unutuş Irmağını tekrar okudum öyle
ki bazı yerlerini bir kaç defa okuyarak
iyice anlamak ve içime sindirmek
adına kendimi yazıya iyice kaptırdım.
Yaklaşık üç
yıldan bu yana Felsefe, Mitoloji, Bilim Kurgu gibi konularda sürekli kitaplar okuyarak kendimi geliştirmekteyim.
Bir yıldan beridir de, Özellikle Unutuş Irmağı çerçevesinde bir çok yeri kurgu, az
biraz da gerçeklerin yer aldığı, daha önce
denemediğim bir tarzda, ortaya bir kitap çıkarabilir
miyim? diye düşünüyorum doğrusu.
Öyle
bir kitap olmalıydı ki, hem günümüz gerçekleriyle örtüşmeli hem de içinde,
zevk veren, düşündüren anlamlı bir hikaye gizlenmeli, yanında da, bolca
mitolojiyle yüreklere dokunmalı, güzel
anlamlı felsefe içermeli diye
tasarlıyordum.
İçerde
kalan hikaye, tamamen kurgu olmalıydı ki bu konuda tecrübem
yoktu, başarabilecek miydim bilmiyordum ancak bir yılın sonunda bu konu artık
başlayıp bitirmem gereken vazifem gibi beni rahatsız etmeye de başladı.
Her gün
mutlaka son zamanlarda artık diğerlerinden zevk almadığım, beni doyurmadıkları
için, Felsefe kitapları okuyorum. Bir yılda bana göre ağır sayılabilecek ancak okuma hızımı ve anlamamı
da bereberinde sürükleyen üç dört dünyaca tanınmış
filozof'un kitabını okudum ve hala okumaktayım.
E.M.Cioran, Jean Jacques Rousseau,
Baruch Spinoza'nın toplamda üç kitabını okudum
ve Spinozanın ''ETHİKA'' sı şu an elimde, Onun Tanrı anlayışı, onun Tanrıyı
tanımlayışını anlamaya çalışıyorum.
Geçmişte
aklımda olan şey, Einstein'a ''Tanrıya İnanıyor musunuz?'' diye sorulduğunda,
''Ben Spinoza'nın Tanrısına İnanıyorum'' diye verdiği cevaptı sadece.
Neydi bu cümlenin
anlamı, Einstein bunu derken ne demek istemişti? anlamam gerekti. Bunun için de sadece Spinozayı belli bir akıl ve düşünce seviyesine
yaklaştığımda okumam gerekiyordu.
İşte o seviyenin şu sıralarda bende
oluştuğunu düşündüğümden ETHİKA'da
anlatıldığı şekliyle, önermeler ve
ıspatlamalar şeklinde okuyarak anlamaya çaba
sarf ediyorum.
**
Bu büyük eseri birkaç
satırda özetleme iddiasından uzağım. Bununla birlikte, belirli noktalarını işaret için
göstermem gerekir ki, Spinoza'nın açıklamasında tuttuğu sıraya rağmen, hakiki
başlangıç noktası Descartes'tan ya da başka bir yazardan çıkarılmış bir cevher
teorisi veya fikri değildir.
O kendi duygulanışlarının şuuruna sahiptir; nitekim, bir Bedeni olduğunu
ve Beden hayatının hangi şartlarda sürüp gittiğini gözlem ile bilir. Fakat bu
bir çeşit bilgi ise de, son derece eksik ve kederli bir bilgidir, kederlidir,
çünkü eksiktir; şuur edinmek, gerçi insan için ıstırap çekmek değilse de, hiç
değilse edilgin olmak, zor altında bulunmak, güdülmek, çoğu kere yük altında
kalmaktır.
Filozofun elinde, kurtulmak için nasıl bir araç vardır? Onun işi,
hayatını bir araya getiren arazlardan, asıl kendi varlığını meydana
getirmektir.
Ancak bu amaca ulaşmak için evrenle bağlılığına göre savunduğu bir bilgi
ona mutlaka gerekecektir; buradan, önce bu evreni cevherindeki birlik ve
tavırlarındaki çokluk içinde kavramak zorunluluğu çıkar.
Etika, bir kelime ile, bizi şuurdan kendi kendimizin bilgisine, Tanrı
bilgisini de kuşatan bilgiye yükseltir, bunun için sentetik bir açıklamadan
önce Tanrıdan söz etmek gerekir.
**
Ben, Unutuş Irmağıyla devam edeyim
izninizle.Kendi kitabımda merkezde, bu yer altı nehri ve ona bağlı olarak, akıl
ve vicdanlarımızla, bir hayat tarzı edinmiş, kendi yolumuzu çizmiş, ailemizi yaşatmak için
çok çabalamış, mutluluk
aramış, onu bulmuş ancak çok inişler ve çıkışlar da yaşamış, doğruluktan ayrılmamak için çok ödünler de vermişken
zaman içinde,
Uzun bir çalışma
dönemi geçirmiş ya da geçirmekte olan bizlerin yaşamlarımız boyunca
devinimlerimizde kovaladığımız kendi kaderlerimiz dışında, belirli zamanlarda,
bizim için özel olarak
kırılmış yaşam döngüleri ve çizgilerinde acaba
farkında olmadan zamanı gelince başka insanlarla bir etkileşim yaşamamız mümkün müdür?
Biz belki de geriye dönüp bir düşünmeliyiz geçmişte bir yerlerde farkındalığımız dışında, ilerisini
düşünmeden, mecbur
kalarak verdiğimiz bir ya da bir kaç kararımızın uzun
zamanlar sonra bize bir bedel ödetmesi olası
mıdır?
**
Yeryüzündeki tüm suların ondan gelip ona döndüğü söylenen
bir ‘’Unutuş Nehri’’ ve bu nehrin tam ortasından aktığı bir ‘’Unutuş Şehri’’
varmış bundan çok zaman önce.
Tüm su parçaları ondan ayrıldıktan sonra ona dayanılmaz bir özlem
duyarmış, ayrıldıklarında kendilerini hatırlar, onunla birleştiklerinde ise
onda kendilerini unuturlarmış.
İnsanların içinde bilge olanlar hep şunu sorarlarmış: Bunlar neden
kendilerini hatırlamak değil de kendilerini unutmak istiyorlar?
Neden ona özlem duyuyorlar?
Nehre insanlar da girerlermiş bazen ve bambaşka insanlar olarak
çıkarlarmış. Söylendiğine göre nehir herkesi kabul etmez, kabul etmediklerini
kendisinde boğarmış.
Bilge insanlar yine sormuşlar: Nehir neden bazılarımızı boğuyor da
bazılarımıza ölümlüyken ölümsüzlüğü armağan ediyor?
**
Unutuş Irmağı Mit'inden bir bölümü sizlere başlangıç
olması açısından ve sanırım bir iki ay içinde düzenleyip yayın
evine göndereceğim kitabımın özünü içerecek yukarıda belirttiğim belki de sizde soru
işaretlerine neden olmuş sorulara kitabın tamamını okuduğunuzda anlamanız açısından o sorgulamanın cevabını almış olacağınız bölümleri paylaşıyorum
şimdiden.
Belki de tam metin olarak ''Unutuş
Irmağı'' nı ki, onun bir de adı var, buraya yazmadığım, bulur ve umarım ki, en
kötü ihtimalle
yukarıda belirtip adını verdiğim sayfamdan okursunuz.
**
''Biz
farkında olmayabiliriz ama bazen o kadar işimizin arasında hiç de gereği
yokken, haberli olsa kabul etmeyeceğimiz, çok iddialı olacak belki ama dünyada
tüm insanlara kozmos tarafından yüklenen ciddi görevler olduğunu düşünüyorum
öyle ki bunun kesin olduğunu da düşünüyorum ben.
Hani derler ya ‘’Dersler sen öğreninceye kadar devam
eder.’’ Onun gibi.
Biz farkında olmayız ama ciddi olarak da işin tam
ortasındayızdır başrol oyuncusuyuzdur.
Bazen ders alacak öğrenecek olan biz oluruz ve genelde
Kozmos bu dersleri mutlaka bir insanla verir bir başka insana.
Bu yaşıma kadar, tam da sözünü ettiğim şekilde
özellikle de iş yaşamım boyunca ve sonrasında da yaklaşık iki elin parmakları
kadar insan benim tezimle hayatıma gelip benimle yan yana yürüyüp bana
öğretmenlik yaptılar. Belki ben de aynısını onlara yapmış olabilirim dedim ya
süreç içinde pek farkına varılan durum olmayabiliyor. Farkındalığı yüksek
insanlar bunu sonradan kavrıyor.
Bu insanlardan bazıları hayatımızdan çıktığı andan
itibaren tarafımızdan unutuluyor ya da biz onları siliyoruz hatırlamak
istemiyoruz.
Fakat dersler hep kalıcı oluyor yeri geldiğinde
kendiliğinden bize hatırlatılıyor ve biz de ona göre davranıyoruz.
Bazı insanlar, - belki de ben onlardan biriyim - ders alıp uygulama kısmında zayıf olabiliyor
inatla aynı hataları yapmaya devam ediyor ve elbette dersler yine başka
insanlarla devam ediyor.
Tüm yaşamımız boyunca farklı
amaçlara hizmet eden insanlarla karşılaşırız, bize bir şeyler öğretirler ya da
hiç bir iz bırakmadan hayatımızdan ayrılırlar.
Bazıları uzun süre, belki de
yaşam boyu yanımızda kalmak zorunda kalır.
Bazıları doğrudan ya da
dolaylı olarak varlığını hatırlatır, uyanmamızı isterler.
Bazıları hedeflerimizi
hatırlatır bize kim olduğumuzu, gerçekten ne istediğimizi.
Bazen büyümemiz gerekir. Buna
yardımcı olurlar, yolculuğumuzda rehberlik eder bazı insanlar.
Tek başımıza
öğrenemeyeceğimiz şeyleri öğretirler.
Önemsiz ve kısa bir şekilde
hayatımıza girenler de vardır hatırlamayız onları.
Çok az, sadece bir kaçı, çok
nadir, bulunması zor, değerli insanlardır.
Yakın dostlarımızdır onlar;
ailemiz, ruh grubumuzun üyeleri, ruh eşimizdir bazıları, kalırlar.
Varlığı bizi hoş ve güvenli
hissettiren, onları beklerken sabırlı olmamız gereken, er veya geç gelecek olan
ve yaşadığımız kadar kalacak olandır.
Gerçek duygularımızı
isteklerimizi onlar hayatımıza girince ifade edebileceğiz.''
‘’Vazgeçebilmek’’ kitabında
Guy Finley, Akılsal Nasıl ve Düşünsel Şimdi deyimlerinden bahseder, kalıcı
mutluluk ile sizin aranızda duran hiçbir şeyin olmadığını, nasıl diye sormamak
gerektiğini, izin verirseniz şimdinin size yol göstereceğini,
Düşünsel Şimdinin akla hayale
sığmayacak bir eylem olduğunu,
Kendiniz dışındaki yeni
Dünyaya varmanız eskisinden çıkmış olduğunuz anlamına geleceğini, kendinizden
kaçmanın elzem olduğunu, bunu ne kadar iyi anlarsanız o kadar özgür
olacağınızı,
Kendiniz dışına götürülmekte
ne kadar istekli iseniz, o kadar hızlı bir şekilde oraya varacağınızı, Akılsal
nasıl ile Düşünsel şimdi arasındaki mesafeyi kısaltmak için her an çalışarak
ruhsal yolculuğunuza günlük hoşluklar eklemeniz gerektiğini,
Kendi dışınıza çıkmak için
kimsenin yardımı olamayacağını, ancak herkese bunu yapmanız gerektiğini
göstermek gerektiğini,
Gerçek başarının sizin neye
ulaşmayı amaçladığınızla değil, sessizce anlayabildiğinizle ölçüleceğinden söz
eder.
Kısaca ‘’Düşünsel Şimdi’’ ile
kendinizden kaçmak kaçınılmazdır.
‘’Akılsal Nasıl ‘’da
kalırsanız eziyet eden sorulara cevap aramakla zaman harcarsınız.
Anlayacağınız uzun lafın
kısası ‘’an’’ da kalın ve ‘’an’ ı yaşayın diye anlayabileceğiniz bir anlatım.
Geçmişle bağınızı bir an önce
koparın şimdiyi yaşayın yani.
**
"Eğer yaşarken sevgi ve bilinç ektiysek, arkamızda da sevgi ve
bilinç büyüyecektir. Eğer mülkler ve kağıtlar bıraktıysak, arkamızda büyüyenler
avukatların çalışması olacaktır.
Ama eğer hiçbir şey ekmediysek, arkamızdan boşluk ve yıkım çok
hızlı boy atacaktır.
Büyük
yürüyüşçüler olmamız gerekiyor. Birbirimizin yanında, birbirimizin
ayakkabılarını giyerek yürümeli, yürümeli ve yürümeliyiz. Dünyaya geldiğimiz ve
gideceğimiz günü düşünerek yürümeliyiz. Kırılganlığın, çıplaklığın yanında
cüppesiz yürümeliyiz.
Temellerinin artık önyargı ve yargı değil, alçakgönüllülük ve anlayış olduğu
bir dünyayı oluşturmak için yürümeliyiz."
"Gereken sadece savaş araçlarının aklanması değil, aynı zamanda
yüreklerin de aklanmasıdır, yargılanmaya değil açılmaya alışılmalıdır; barış
bir düşünce olarak değil, yaşamımızın öz ritmi olarak geliştirilmelidir."
**
Üniversite
yıllarımda Almanya’da bulunan Teyzemin benim de tanıdığım bir mahalle arkadaşı
aracılığı ile okulda yabancı dil olarak lise çağlarından beri devam eden
Almanca bilgimi derinleştirmek ve yazışma boyutunda geliştirmek amacıyla
Bettina isimli, onların tanıdığı benden küçük öğrenci bir kız ile konuşarak,
ikimizin yazışmasını sağlamışlardı.
Çok
mutlu olmuştum buna. Bettina’nın mektupları çok hoş üzerinde ‘’Air Mail’’ yazan
ve kenarları lacivert – Kırmızı şerit ile kaplanmış zarflarda geliyordu.
Heyecanla zarfı açtığımda içinden uçuk mavi renkli kağıda düzgün yazılmış
Almanca uzun bir mektup çıkıyordu. Şaşırıyordum bu kadar konuyu nereden bulup
da yazıyordu bilmiyorum.
Daha
ilk anda heyecanımdan mıdır bilmiyorum, su gibi okur ve yazdığı her şeyi de
anladım bir anda.
Ben
Almancada o denli de başarılı değildim ki.
Nasıl
oluyordu da Bettina’nın yazdığı her kelimeyi mektubun özünü dakikasında
çözüyordum hala bilmiyorum bunu.
O
yıllarda Bettina’dan gelen mektuplar bana ülkem ile Almanya arasındaki büyük
uçurumun, ülkelerimiz arasındaki ekonomik farklılığın farkına vardırdı.
İçim
acıya acıya ona yazmaya çalışıyordum sorduğu bazı sorulara anlamama rağmen
geçiştiren ya da hiç cevap vermeyen mektuplar yazıyordum.
Bazen
de benim yazdığım bir şeye takılıp ısrarla o yazdığımın ne olduğunu yazmamı
anlatmamı istiyordu o zaman elim ayağıma dolaşıyordu.
Bana
ailesiyle tatile gittiği İtalya’dan kart gönderiyordu, başımı döndürüyordu bu
durum bana,
’’Bu
yıl sen tatilini nerede geçireceksin?’’ diye soruyordu
Tatil mi? Ha evet tatil. Bilmiyorum nereye gideyim ben.
**
Merhaba
Bettina,
Hallo! Diyecektim ama
şimdi sabah sabah hava atar gibi olmasın.
Hatta, nasılsın? Yerine de, Wie gehts?
Umarım bunca yıldan sonra
hafızan sana yardımcı olurda beni sana hatırlatır. Ben seni hiç unutmadım
çünkü.
Çok ayıplayacaksın beni biliyorum. Sana karşı daha mektuplaşmaya başladığımız
günlerden beri hep mahcup kaldım.
Küçücük ve boncuk gözlerinle, sapsarı saçlarınla bana baktığın o resmin de
mektupların gibi kayıp Bettina.
Mektuplar ve resmin kayıp olabilir. Ama inan bana, o yılların üzerinden çok
zaman da geçse de Gençliğimizi gerilerde bırakıp
O günlere birer hayal olarak baktığımız, yaşadığımız şu günleri
Yaşıyor olsak da unutulmuş değilsin.
Sana yeterince ilgi
gösterememenin ve senin yazdıklarına karşı benim sana yazdıklarımın yeterli
olamayışı her zaman beni üzmüştür.
Bana yazdığın her mektupta o güzel uçuk mavi kağıtlara ve düzgün el yazına,
dikkatlice katlanmış süslü zarflara konularak bana yollanmış üniversitede
öğrenmeye çalıştığım Almancayı, daha bir sever Almanya ya daha bir hayranlık
duyardım. Yaşadığın yerleri çok merak eder seninle oralarda gezdiğimizi hayal
ederdim Bettina.
Haklı olarak sen de benden
bir resim istediğinde ne yapacağımı şaşırmış, elimde bulunan küçük vesikalık
resmime saatlerce senin gözünle bakmış o resmi gördüğünde neler düşüneceğini
inan bana çok ama çok merak etmiştim. O zamanlar gözlük takıyordum.
Sıfır yaka koyu lacivert bir t-shirt ile ve gözlüklerimle, esmer tenimle
Çevrende tanıdığın gençlere göre hiç şansım olmadığını derin bir acıyla içimde
hissetmiştim.
Yolladım sana o resmi. Senden de tıpkı benim gibi resimle ilgili herhangi bir
yorum almadım.
Zaman içinde yaşadığımız ortamlara göre, alışkanlıklarımız ve zevklerimizin de
kadar değişkenlik gösterdiğini ikimiz de anladık.
Sen o zamanlar dünyayı kasıp kavuran müzik grubu Deep purple’ı
Seviyordun. Bana da o grubu sevip sevmediğimi sormuştun.
Bense sen bana soruncaya kadar Cem Karacayı seviyordum.
İnan bana Bettina çok güzel sesi vardı. Türkiye de Moğollar diye bir müzik
grubu vardı onlarda, buralarda ünlüydüler.
Cem Karaca şimdi hayatta değil Bettina.
Senin ülkenin, benim
ülkeme göre çok daha gelişmiş, modern ve zengin olduğunu çok rahat bir öğrencilik
dönemi yaşadığın her yıl kendi ülkenin dışında bir ülkede tatil yaptığını
yazdıklarından ve gittiğin ülkelerden bana yolladığın o ülkenin güzel
manzaralarıyla dolu kartları aldıkça içim ezilir, senin adına çok sevinir
gülümserdim, kendi kendime.
İçimdeki küçük umudu
mektuplarının uçuk mavi kağıtlarına, süslü zarflarına bağlar onları nerelere
saklayacağımı da bilemezdim.
Rüyalarımda sana uçar, seninle el ele hiç görmediğim yerlerde gezintiler yapar
ve sabaha güçlü uyanırdım Bettina.
Cüzdanıma yerleştirdiğim boncuk gözlerinle bana bakan resmine
Sık sık bakar ve dalar giderdim kendi gerçeğimi unutarak.
Çok değilse de Bettina,
şimdilerde orta yaşı da geride bıraktım.
Neredeyse torun sahibi olacağım. Seninle ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Suç
bende onu da biliyorum.
Evet suçluyum. O
güzelliğin peşinden gitmeyip bir anda sana yazmayı o yılların ezilmişliği ve
hatta belki de, aşağılık duygusuyla birden bırakıp mektuplarını yanıtsız
bıraktığım için.
Evet, bizim gerçeğimiz
yalnızca benim Almancamı ilerletmekti.
Belki de devam etseydik, şimdilerde ben kendi dilim kadar güzel Almanca
konuşuyor olabilirdim de.
Ama sanırım o yıllarda sen, neden benim sana yazmaya devam etmediğimi bir türlü
anlayamamış o güzel boncuk gözlerinle öyle bakıp kalmışsındır Bettina.
En çok istediğim şeylerden
birisiydi inan bana, Almanca anlamak ve konuşmak. Kendimi aşamadığım için şu an
o konuda çok kısıtlı kaldım ve beni çok üzen konuların neredeyse başında
gelmekte.
Ben de üzgünüm Bettina.
Bunu sana yazmakta çok ama çok geciktiğimi biliyorum. Lütfen kabalığımı affet.
Hem sana karşı hem de Almancaya karşı kabalık ettim yıllar önce.
Hatamı anlayıp ta
ilerlemiş yaşıma rağmen pür telaş, Alman Kültür derneğine kayıt olup, benden
çok ama çok küçük üniversite öğrencileriyle birlikte Almanca öğrenme gayretimde
yeterince fayda etmedi yıllar sonra. Bizim bir atasözümüz var Bettina, Sen
belki duymamışsındır, dur sana yazayım onu.
‘’Ağaç yaş iken eğilir.’’
İşte böyle Bettina.
Lütfen sana garip gelmesin
ama sormadan geçemeyeceğim,
Acaba, benim şu an Almanca konuşuyor olmamama, senin resmindeki boncuk gözlerin
neden olmuş olabilir mi, Bettina?
Herzlichten Grüssen
Bettina.
ÖZDENER GÜLERYÜZ
1-) Sipinoza'nın Tanrısının tasvirini nasıl yaptığına dair hiç bir bilgim yok. Ancak Einstein Sipinoza'nın tanrısına inandığına göre mutlaka bilimsel bir açıklamasını yapmıştır. Çağımız da Einstein'in önüne geçebilecek başka bir fizikçi de olmadığına göre bu önerme doğrudur. 2-) Günümüzde Unutuş ırmağı gerçekten var olmuş olsa idi, o ırmağa ben hemen girmek isterdim. Hatta bu ırmağa ülkemizde yaşayan bütün insanların da girmesini isterdim. 3-) Ben insanların geçmiş yaşantılarında farkındalıkları dışında veya farkında olarak yapmış oldukları bütün hatalarının bedelini hayatlarının ileri zamanlarında mutlaka ödediklerine inanıyorum. Fakat ne yazık ki insanların büyük bir kısmının da yaşamlarının bir zamanlarında yaptıkları hatalarından dolayı ders almadıklarına da inanıyorum.
YanıtlaSilTabii ki "Ağaç yaş iken eğilir". Çağımızda giderek küçülen Dünyamız da ikinci bir lisan öğrenmek zaruret halini almıştır. Hatta üçüncü bir lisan da gerekiyor. Bettina da mutlaka en az iki lisan biliyordur.
YanıtlaSil