İÇİNİZDE ŞARKI SÖYLEYEN VEYA DÜŞÜNEN ÖZ, HALA YILDIZLARI UZAYA DAĞITAN O İLK AN'IN İÇİNDE DEVİNİYOR MU?

 


 

 

 

 

 

                                      içinizde zamana bağlı olmadan var olan öz,

              yaşamın, zamandan bağımsızlığının zaten farkındadır;

               ve bilir ki dün, bugünün anısı, yarın ise bugünün rüyasıdır...

               ve yine bilir ki içinizde şarkı söyleyen veya düşünen öz,

               hâlâ yıldızları uzaya dağıtan O ilk AN'ın içinde devinmektedir                

 

                                                                              Halil Cİbran 🧐🌿

 

      İzmir yağmursuz günleri geride mi bırakıyor?

Düşünmek bile çok güzel. İstiyor ve umuyorum bunu. Öylesine umuyorum ki, ilk kez dün, on üç Kasım’da, büyük oranda İzmir’de yaşayanların hazırlıksız yakalandığı, sakince başlayan birkaç saat süren yağış geçişini sevgiyle karşılıyorum.

 Sonbaharın son ayının ilk yağmurlu öğleden sonrasında, koro çalışmamızın bittiği saatte, evden çıkarken şemsiye almayı düşünmediğimden, adeta yağmurun altına attım kendimi bile isteye.

Eve geldiğimde ıslak ve mutluydum. Ayrıca da gökyüzünün üzerime yağan enerjisi ile neşeliydim.

Bugün de akşamüzeri on sekizde başlayıp Cuma ve tüm hafta sonu devam edebilecek bir sağanak yağıştan söz ediliyor.

Dolunay zamanlarında böyle havalarda Karşıyaka, Mavişehir sahilinde, deniz taşmaları da görülmüyor değil.   

Deniz suyu, karaya doğru taşma yaparak bizim ondan aldığımızı geri alma talebini bizlere bazen zararlar da vererek iletir gibi.  

Albatros blokları otoparkını ve biraz da Flamingo bloklarına kadar taşarak gece park halindeki araçlara zarar verebiliyor.

Umarım bu kez öyle bir şey yaşanmaz.

 

**

 

     Halil Cibran’a ( 6 Ocak 1883 – 10 Nisan 1931 Lübnan asıllı Amerikalı Ressam, Romancı, Şair ve Filozof.) ait yukarıda alıntıladığım, insanın içindeki özün zamana bağlı olmadığı ve özün de, bunun da farkında olduğu olgusuyla beraber,




Dünün bugünün anısı, yarının ise bu günün rüyası olduğu kavramıyla yine o özün, hala yıldızların uzaya dağıtıldığı o ilk an içinde deviniyor olması durumu, çok derin bir özümleme ve anlamlar zinciri içinde benliğimi sarıp sarmalıyor.

Bu anlatılanları biz acaba, ‘’insan çok aciz bir varlıktır, evrende değiştirebileceği hiçbir şey yoktur, o sadece özünde, zamansız o ilk anda devinir durur.’’ Diye mi anlamalıyız.

Benim yağmuru seviyor, özlüyor ve istiyor olmamın, yağmurun yağma ihtimaliyle uzak yakın bir ilgisi yok mu?  

Yıldızların uzaya dağıtıldığı o an kapkaranlık uzay boşluğunda yıldızları içlerine alarak yerleşen devasa galaksiler ve onlara ait güneşler ile güneşlerin etrafında sakince binlerce yıldır bir sistemle dönüp duran gezegenlerin oluşturduğu düzen içinde kendi uydularını oluşturdukları çarpışmalar,

Kendilerinden kopan parçaların kendi etraflarında dönmeye başlamalarıyla gezegenlerin sisteme bağlanması, kendi üzerlerinde yaşayacak canlıların da doğal ayıklanmaya böylece ulaşması,  

Yıldız parçalarını ve tozlarını peşlerinden sürükleyerek o kara boşlukta yol alan bir göründükleri yere yörüngelerine göre, ya hiç uğramamaları ya da belli aralıklarla tekrar aynı yerden yine görünen kuyrukluyıldızlarla birlikte biz de evrende ayağımızı bastığımız yerin soluyan doğal tozu muyuz?

 

Voyager1 isimli, Güneş sisteminin etki alanı dışında araştırma yapmak için 1977 yılında uzaya gönderilen uzay aracı şu an Dünyadan Yirmi Dört Milyar KM uzakta bulunuyor.

Güneş sisteminden çıktığında Dünya’ya Altı Milyar KM uzaklıktaydı. Ve tam o anda Dünya’nın resmini çekip Dünya’ya gönderdi.

Bu satırların okuyucuları acaba Altı Milyar KM uzaklıktan Dünya’nın resmini gördü mü?

Gördüyse neler hissetti?

Tüm insanlık tarihinin yaşandığı o minik mavi kürenin kara boşluktaki o görüntüsü ne düşündürdü?





Lütfen resmi gördükten sonra hislerinizi yazımın altına yazar mısınız rica etsem?

Özümüz hala o an içinde mi? Yarını, bugün nasıl bir rüya ile bekliyoruz.

Geçen onca zaman içinde özümüz, zamandan bağımsız ise neyiz biz?

Ben hala o andaysam neden kutupta yaşayan beyaz ayının altı aydır aç olan yavrusuna bembeyaz uçsuz bucaksız buzlar içinde, üç kilometreden kokusunu aldığı fok yuvasını bulup kazmasına, yirmi yuvadan sadece birinde başarılı olmasına ve yavrusunu doyuramamasına üzülüyorum?

Neden o beyaz yavruyla birlikte ben de açım?

Ayrıca yuvaya yavrusunu bırakıp denize açılmış anne fokun yavrusu kaçabilsin diye, yuvasına denizle bağlantısı olan kanal eklemiş olmasına mı sevinmem gerek yoksa kutup ayısının sonunda yavrusunun karnını doyurduğuna mı?

 

İnsanlık hala o andaysa, insan kaç reenkarnasyonda kendini kaybeder? Dünyanın neresinde hangi yararlı işleri önceki hayatlarında yapmış ve şimdiki zamanda karmasını ( özünde eksik olan tarafın tamamlanacağı yeni yaşam şekli)   yaşamaktadır insan?

 

**

 

Aradan kaç yıl geçti hatırlamıyorum, çok merak ettiğimiz ülke olan Mısır’a gitmeyi planlamıştık eşimle. 

Bir tur şirketinin dokuz günlük Mısır turuna katılmak üzere başvurduk.

Tur, Mısır’ın Sudan sınırına yakın Lüxor şehrinden başlayacak ve Nil nehri boyunca yukarıya doğru bazen nehir gemisi bazen otobüs bazen de uçak ile devam ederek Akdeniz kıyısında, İskenderiye şehrinde bitecekti.





Epeyce heyecan duymuş ve o zamanlar çok ünlü olan ve Firavun 2. Ramses’in hayatını kaleme almış bunu da tam beş ciltlik roman şeklinde piyasaya sürmüş olan Yazar Chiristian Jacq’ın söz konusu beş cildini de almış hepsini bir çırpıda okumuş eski Mısır tarihini epeyce öğrenmiştim ülkeye gitmeden.

Tur başlangıç tarihi gelmeden özel bir toplantı yapılmış dokuz gün içinde otelde ve dışında nasıl hareket edeceğimiz neler yiyip içeceğimiz kesin yapmamamız gereken davranışlar konusunda bilgiler verilmişti.




Uzatmadan asıl anlatmak istediğim noktaya geleyim;

Kahire müzesindeyiz, gözlerimize inanamadığımız köşeler var müze içinde. Hayranlıkla geziyoruz.

Ayrılmış farklı bir bölümü var müzenin.

Oraya girmek isterseniz bir ücret daha ödemek zorundasınız ve kamera ile video çekmek ile fotoğraf çekmek de yasak bu bölümde.

Orada 2.Ramses ve ailesinin mumyaları bulunuyor hepsi de kırılmaz cam muhafazalar içinde.

Ben oraya yalnız girdim tam beş cilt kitapta hayatını, yaptığı tüm savaşları ve başarılarını bilip ezberlediğim,

Üç bin iki yüz yıllık MÖ 1303 – MÖ 1212 Yılları arasında eski Mısır Hükümdarı Firavun 2. Ramses’in mumyası ile aramızda cam tabut olmak üzere ona,






O uzanmış kupkuru şekilde yatarken yüzüne ve tüm vücuduna baktım ve birden ağzımdan elimde olmadan bir kelime çıktı tutamadım o kelimeyi kendiliğinden döküldü, gözlerim doldu bir anda.  

Biraz ilerde Firavunun babası Seti, eşi Nefertari ve ailesinin diğer üyeleri kupkuru yatıyorlardı.

Ağzımdan dökülen kelimeye ben bile çok şaşırdım hatta korktum onca yıl sonra bile öyle midir acaba? Diye düşünüyorum.

Ben onun döneminde yanında mıydım? Bu düşünce titretti.

 

Kelimem bende saklı.





 

**

 

Ben, Dünyada yaşayan tüm insanların içlerinde Tanrısal ezgiler taşıdığına inanıyorum.

 

‘’Her insan içinde, duyumsayıp hissedebildiği YERİNDEN ( transpoze olmamış ) çalınıp söylenilebilecek Tanrısal ezgiler barındırır.’’

 

Diye bir önermem de var.

 

Böyle tanımladığım insanın bu yaşamı ve geçmiş yaşamları var gibi geliyor bana.

 

‘’Her defasında bir başka bedende farklı bir yerde başka bir karma ile tekrar yaşama döndüğü’’ Fikrine inanıyorum.

 

Hayatı öyle okunacak ve anlaşılacak gibi duran bir kitap gibi algılamayınız. Esasen hayat, sayfaları ürküten, kalın bir kitap.

 

Yine benim yukarıdaki önermemi biraz daha ilerletirsem, hani diyordum ya;

 

’Her insanın içinde, duyumsayıp hissedebildiği yerinden çalınıp söylenilebilecek Tanrısal ezgiler barındırır.’’  diye;

 

Ek olarak diyorum ki;

 

‘’Her insan yaşamı boyunca, başına gelenler, tercihleri, direnişleri ve bunların sonucunda gelebildiği yer itibariyle, şarlatanlık ile kabullenme arasında gidip gelecek ve gün, bir an duraklayacak o an veda anı olacak, ayrıca o içinde bulunan YERİNDEN çalınıp söylenebilen, kendisi tarafından duyumsanıp hissedilebilen ezgiler de kendini bir yerlere GÖÇÜRMÜŞ olacak.’’  

 

Kısaca insan, kendini transpoze edebilmiş, Tanrının ‘’Yerinden’’ tercihini sadece kendisi farklı bir yere doğru değiştirmiş olacaktır.

 

Bunlar benim görüşlerim elbette.  

 

 

**   

 

‘’Kuş uçtukça genişliyor gökyüzü’’ demişti Rilke. Belki hayat da yaşadıkça genişliyordur öyle düşünün.

 

Sakın delirmeyin. Kimse duymaz bu gürültüde.

 

Belki de evren, iki güçlü ev sahibi arasında savaş yeridir, Bunlardan birincisi, Doğru’nun tanrıları, İkincisi ise yalanın şeytanlarıdır.

Bizler tanrıların değirmenindeki buğday taneleriyiz. Demiş Wilbur Smith.

 

Dönmeli geri gelmeli, o sevdalar çağı.

Dayandım nasıl da,

Unutamam bir daha artık,

O korkular, kaygılardı

Uçup gitti göklere.

Bir belalı susuzluk

Kabartıyor damarlarımı.

 

Diye seslenmiş Arthur Rimbaud.

 

Kaplan adamı öldürmek isterse vahşilik,

Adam kaplanı öldürmek isterse adı spor olur

 

Suç ile adalet arasındaki fark da bundan büyük değildir.

En yüksek mahkeme,

En yoksul kişinin girişimiyle harekete geçmiyorsa,

Adalet bir komediye dönüşür ancak.

 

Diye seslenmiş Bernard Shaw.

 

Farklı kişiler, farklı görüşler bunlar. Eğer evren bir savaş yeriyse Wilbur Simth’in dediğine göre, doğrunun tanrıları ve yalanın şeytanları çarpışıyorsa eğer ki bununla ilgili hem geçmişte hem de günümüzde çok belirti ve gösterge var;

 

İnsanlığın evrimi milyonlarca yıl sürmüştür bilim adamlarına göre ancak bu evrimleşme doğru ve uygun bir hızla gerçekleşememiştir.

 

Beyin ve zeka olarak genetik değişime uygun olamadı insanlık bazı engellemelere uğradı;

 

Romalı Flavus Lucretius, matematikçi, gökbilimci ve filozoftu, Roma Tanrılarının masal olduğunu söyledi ve katledildi zamanında.

Bu değerli insanın soyu devam edemedi.

Antik Yunanlılar, devrin en büyük filozofu Sokrates’i 2500 yıl önce Yunan Tanrılarına inanmadığı için öldürdüler,

İtalyan filozof Giordano Bruno kapalı evren görünüşünü ilk reddedenler arasındaydı, Dünya Güneş etrafında dönüyor dediği için kilise tarafından Roma’da bir meydanda diri diri yakıldı.





Sadece Avrupa engizisyon mahkemelerinde elli bin aydın, düşünür, filozof, sanatçı yakıldı,

 

Paleolitik Çağ’dan itibaren son kırk bin yılda istatistiksel olarak sayıları yüz kırk üç milyon olarak hesaplanmış üstün zekalı insan ‘’Dinlere Tanrılara, Dogmalara, Tabulara, Masallara inanmadığı için öldürüldü bu insanların devam edecek soyları sonlanmış oldu.

 

Endülüs ve İskenderiye kütüphaneleri aşırı din yanlısı kişiler tarafından yakılmasaydı bilim, sanat ve felsefe üreten değerli insanlar dünyada ağırlıklı olarak daha çok olacaklardı.

Ayrıca, bugün fosil yakıt kullanmadan daha temiz bir dünyada yaşıyor olacaktık.

İnsanlığın zeka seviyesi bu günkü aptal halimizle kıyaslanmayacak kadar yüksek olacaktı.

İnsanlık bugün Galaksiler arası uzay yolculuğu yapıyor ve kendi ırkının devam edeceği solunabilir atmosferi olan başka gezegenler bulmuş olacaktı.

 

Ülkemizde Osmanlı İmparatorluğu döneminde ulaştığı, yirmi iki Milyon KM2 Toprak genişliğinden, Cumhuriyet öncesi Kurtuluş Savaşımıza kadar olan dönemde Türkiye toprakları İki yüz yirmi bin KM2 ye gerilemişti.

Çanakkale Savaşından tutunda, Osmanlının girdiği Balkanlar, Suriye Mısır, kuzey Afrika, Mekke, Medine, Kızıl Deniz, Ürdün, Yemen Bölgelerindeki savaşlarda en değerli elit ve okumuş subay ve askerlerini kaybede kaybede geriye kendi kabuğuna geriledi.

 

Bu konudaki bilgilerinizi derinleştirmek isteğiniz öne çıkarsa, lütfen önereceğim iki kitabı okuyunuz;

 

İlk kitap: ZEYTİNDAĞI, ( Falih Rıfkı Atay, İstanbul, 25 Ocak 1894 – 20 Mart 1971 İstiklal madalyası sahibi, Türk yazar, gazeteci, ve Milletvekili, Atatürk’ün başyazarı. )

 

İkinci kitap: YABAN, (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kahire 27 Mart 1889 – Ankara 13 Aralık 1974.  Türk yazar ve Diplomat, Türk Dil Kurumu kurucusu. )

 

Yüce Değerli Komutan, askeri deha M. Kemal Atatürk ve değerli silah arkadaşlarının verdikleri Kurtuluş Savaşından sonra Türkiye toprakları, tekrar yedi yüz yetmiş bin KM2 üzerine çıkarılmış ise de, ne yazık ki,

Kaybedilen değerli tahsilli, akıllı ne yaptığı bilen basiretli subay ve askerlerinden devam edecek nesiller kaybedilmişti ve onlar için yapacak hiçbir şey de yoktu.

 

Genel toplamda bakıldığında Dünyada, Popülasyonun % 5’i değil de % 35’i üstün zekalı olacaktı.

 

Mezopotamya’da eski şehir krallıklarından birinin kralı olan 1.Sargon, (MÖ 1860 – MÖ 1850 Asur Kralı ) yanındaki yazmanına tablete yazdırdığı hayat hikayesinde, Kendisinin bebekken annesi tarafından zift ile kaplanmış bir sepete konularak Fırat nehrine bırakıldığını yazdırarak kral olma yolunda başına gelenleri anlatmış.

Tam da bu noktayı çıkış noktası kabul edersek, devam eden yıllar ve yüz yıllarda, tüm kral ve peygamberlerin bebekken tam da bu bölgede ya sepete konulup bir nehre ( Fırat veya Nil) bırakılmış olduğu hikayesini hayretle okuyoruz.

Yok! sepete konulmamışsalar, mutlaka bakire anadan doğuyor ve mutlaka sonrasında, uçan ilahi bir hayvan sırtında göklere yükselip bir yaratıcı ile görüşmeye gitmiş oluyorlar.

Tüm semavi dinlerin hikayelerinin matruşkalar gibi iç içe ve aynı olduğunu şaşkınlıkla görüyoruz.

Bu arada sepete konulmuş Sargon1 ile Hz. Musa (ki o da sepette ve Nil’de) arasında yıl olarak, bin beş yüz yıl var. (Bakınız; Tabletlerle yüzleşmeler – Çelişkiler kitabı/ Ali Narçın)

 

**

 

Biz neden hala bunca yıldır, anlamını bilmeden ‘’Ebu Leheb’in elleri kurusun’’ diye dua ediyoruz hiç düşündünüz mü?

Ebu Leheb kimdir? Üstelik karısını da boş geçmiyoruz onu da bu bedduanın içine dahil ediyoruz. ‘’Zaten kurudu da’’ diye ilave de ediyoruz.

Bu dua, ‘’servetine ve gücüne güvenenleri bekleyen acı sona’’ işaret eden bir ayet.

Ama sonuçta bazı nedenlerden dolayı İslam Peygamberi Hz.Muhammed’in İslamiyet Dinini tebliğ ettiğinde, buna itiraz ve beddua ile karşılık veren amcası Ebu Leheb ve eşine sonradan cevap, uyarı olarak inen bir ayettir.

 

Bu ve bunun gibi, meydana gelen bir olaya, duruma, şekle göre İslamiyet’in kitabında bizim anlamını bilmeden okuduğumuz birçok ayet ve dua bulunuyor.

 

Okuyacak isek, bir ayetin Türkçesinin ne dediğini, neden ve hangi nedenle inen bir ayet olduğunu bilmemiz daha güzel olmaz mı?

 

Arapça maç anlatan, haber sunan spikerin her cümlesine ‘’amin’’ demenin bir anlamı var mı?

 

Moğol İmparatoru Cengiz Han’ın torunu Hülagü han’ın bu gün bile bizlere ışık olacak tarihe geçmiş meşhur ifadesiyle;

 

‘’Eğer Tanrınız Türkçe bilmiyorsa, o kesinlikle Tanrı değildir, zira Türkçe bildiği halde Arapça konuşuyorsa, demek ki bu sadece Arapların Tanrısıdır. ‘’





 

Avrupa’da Hristiyanlığın kitabı İncil, her ülkenin kendi dilinde basılır. Bir Alman din kitabını Almanca, İngiliz İngilizce, İspanyol da İspanyolca okur.

 

Hiç Türkçe ezan dinlediniz mi? Namaz kılıyorsanız hiç okuduğunuz duaları ana dilinizde okumayı düşünür müsünüz?

 

Arjantin’in Dünyaca ünlü futbolcusu Diego Maradona, Vatikan’a gidip Papa ile görüşüp şatafatlı katedral ve devasa kiliselerin altınla kaplı çatılarını gördükten sonra,

 

‘’Kilise tüm fakir çocuklar için üzüntü duyuyor.’’  Diyen Papaya hitaben,

 

‘’ Söylediklerini külahıma anlat, Samimiysen altın kaplama tavanını sat önce Amigo! Sonra bir şeyler yap. ‘’  demişti.




 

**

 

Emil Michel Cioran, Çürümenin Kitabı isimli kitabında, der ki;

 

‘’Hayat ağacı artık hiç ilkbahar görmeyecektir, kuru odundur, onunla kemiklerimize düşlerimize ve acılarımıza tabut yapacağız.’’

 

Bu cümleden ve yukarıda yazdıklarımdan her ne kadar da ruhlarımız o ilk anda devinip duruyor olsa da,

 

İnsancıklar olarak aklımızı çoktan yitirdiğimiz ve çağın getirdiği saçmalıkları sonuna kadar devam ettirdiğimiz ve ettiriyor olmamızdır ki,

 

İnsan ırkının başka gezegenlerde gelişerek evrimleşerek devam edeceği rüyası artık acılarımızla birlikte o kuru odundan yapılmış tabuta kendi ellerimizle konulabilir.

 

Dilerim bir gün, dini düşünce özgürlüğünün içimizdeki iyilikten ve insanlığımızdan hiçbir şey götürmediğini öğreniriz.

 

İki bin Yirmi Dört yılının son blog yazısını yazarken, siz, tüm değerli arkadaşlarım, dostlarım ve bloğumun sadık okuyucuları, uzak ve yakın olun ama bilin ki, hepiniz çok değerlisiniz.

 

Ben, her yazımda sizler için daha dikkatli, gerçeğe daha yakın olmak adına tam bir ay süreyle çalışıyor, okuyor, araştırıyor, kontrol ediyor, dönüp tekrar okuyor ve sonra tekrar tekrar cümlelerimi düzeltiyorum.

 

Hepinize, İki Bin Yirmi Beş Yılının,

 

Sağlık, sonsuz mutluluk, iyiye, ileriye doğru gelişme, yüksek farkındalıkla, yıl boyunca ayaklarınızın yere bastığı her yerde gözlerinize ışık olarak yansımasını dilerim.

 

İçinizdeki frekansı düşük, yalnızca size özel ‘’Tanrısal Ezgileri’’ duyun lütfen. 

 

 

Saygılarımla.

 

ÖZDENER GÜLERYÜZ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  

 

 

 

 

            

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

    

 

 

 

 

 

   


Yorumlar

  1. Elinize sağlık,
    Önermenizden anladığım, insan yaşanmışlıkların olgunluğu ile güzel ahlak ve vicdanın asıl sahibi olan Tanrı ile aynı makamda fikirler (eserler) ürettikçe, içimizdeki Tanrısal ezgiler gün ışığına çıkıyor.
    İnsana ait ne varsa Tanrının yansıması iken, özlenen güzel hasretler, tam da Tanrının bizdeki izdüşümü sanırım.
    Esenlikler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Uluç Özen Evet İnsana ait ne varsa Tanrısaldır her davranışıyla demek istiyorum ancak zamanla insanın değişimi ve gelişimi esnasında evrildiği yerde bozulmalar ya da, Spinoza'nın tanımladığı ''TÖZ'' de, (Doğa, Tanrı, İnsan tözüne) daha da yaklaşmalar görülebilir. Çok teşekkürler.

      Sil
  2. Altı milyar km uzaktan Dünya nın görünüşü; Bir altı milyar km daha öteden ve hatta daha daha ötelerden görünen korkunç sonsuzluk ve insan aklının durakladığı yer mi acaba ?
    Ben diyorum ki "Tanrının insanlara vermiş olduğu beyin kapasitesi insanların evrimleşmesi ile doğru orantılıdır". Yani, acaba Tanrı şöyle mi diyor ! "Ne kadar çok evrimleşirseniz beyin kapasitenizi de o kadar çok artırırım".
    Ben ce de şurası da bir gerçek ki, eski çağlarda Dinlere,Tanrılara, Dogmalara, Tabulara, Masallara inanmayan o çok zeki insanlar öldürülmemiş olsalardı, Tanrının insanlara bahşettiği ay kü seviyesi de yaşadığımız çağda mutlaka çok yükseklerde olacaktı.
    Din alimleri ve hatta bilim insanlarının hâlen tartışmakta oldukları ve halledemedikleri bir konudur Reankarnasyon. Fakat bizler reankarnasyonun gerçek olduğunu farz ve kabul edilmiş olduğu şeklinde düşündüğümüz de sizin ikinci Ramses in mumyası ile karşılaştığınız anda ki haleti ruhiyeniz ile söylediğiniz ve fakat içinizde saklı olan kelimeyi de çok merak ediyorum.
    Hallacı Mansur da söylemişti insanların Tanrının bir parçası olduğunu. Tabii ki Mevlana ve Yunus Emre"nin söylemlerinden de insanların içlerinde transpoze olmamış Tanrısal ezgiler taşıdıklarını farz ve kabul etmek gerektiğine de kesinlikle inanıyorum.
    Bu arada bin dört yüz küsur yıl önce yaşamış Ebu Leheb efendiye kadar gitmeden, çağımız da Papaya boyun eğmeyen ve karşısında dik duran Diego Maradona nın külahı da gerek Müslümanların ve gerekse Hristiyan dinlerinin hatta bütün dinlerin insanları nasıl afyonladıklarını anlatmaya yeter de artar.
    Büyük emekler vererek yazıp paylaştığınız güzel makalelerin bol okuyucuları olması dileklerimle başarılı çalışmalarınızın devamını diliyorum. Murat Severcan

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Değerli arkadaşım Murat Severcan, yorumunuz benim için, kendi tarafımdan bakılınca ''zirve'' diyebileceğim yerde olan ve sizce de eksiksiz anlaşılmış diyebileceğim bir noktada. Size bu güzel emeğiniz, yorumunuz için sonsuz teşekkürler ederim. Sağlıkla, mutlulukla dostluğumuzun sonsuzluğa akması dileğimle.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİREYSEL KÖRLÜKTEN TOPLUMSAL KÖRLÜĞE GEÇİŞİMİZDE ; ''ÖZGÜRLÜK '' VE ''MASUMİYET'' SEMBOLLERİMİZİ ARAMA GİRİŞİMLERİMİZ ÜZERİNE.

PARADİSE LOST- SMYRNA 1922. '' YARALARI KİM DÜŞÜNÜR, ÖLSEM NE GAM!'' : YÜZBAŞI ŞERAFETTİN, 9 EYLÜL 1922