UNUTUŞ IRMAĞINDA KENDİMİZİ UNUTMAK, HATIRLAMAK İÇİN KENDİMİZİ TEKRAR UNUTABİLMEK

 

 

 

 

                       '' Su parçaları nehirden ayrıldıklarında kendilerini hatırlıyorlarmış ama zamanla bu hatırlama etkisini yitiriyormuş ve nehre geri dönüp kendilerini tamamen unutmak istiyorlarmış. Çünkü hatırlama etkisini yitirdikten sonra onları nehre karşı dayanılmaz bir özlem sarıyormuş. Özlem ancak onunla bütünleşince son bulurmuş, nehre girdikleri anda kendilerini unuturlarmış ama nehre ilk girdiklerinde ‘’Kendiyi’’ yani kendilerini hatırlamaları gerekirmiş ki ‘’Kendilerini’’ unutabilsinler. Orası hem ‘’kendi’’ oldukları hem de ‘’kendilerini’’ yitirdikleri tek yermiş.'''

**

Bir ay oldu neredeyse, bloğuma yazamadım, daha doğrusu yazmaya zaman ayıramadım.

Yaklaşık bir yıldan beri çok eskiden okuduğum ve etkisinde kaldığım, anlamı çok derin olan Yunan mitolojisinde, yer altında akmakta olduğu var sayılan ''Lethe Unutuş Irmağı'' 'nın  kendisini bana hatırlatmasıyla geriye dönüp Facebook/ Özdener Güleryüz'ün Kaleminden adıyla bloğuma bağlı sosyal medya paylaşım sayfamdan, Unutuş Irmağını tekrar okudum öyle ki bazı yerlerini bir kaç defa okuyarak iyice anlamak ve içime sindirmek adına kendimi yazıya iyice kaptırdım.

Yaklaşık üç yıldan bu yana Felsefe, Mitoloji, Bilim Kurgu gibi konularda sürekli kitaplar okuyarak kendimi geliştirmekteyim.

Bir yıldan beridir de, Özellikle Unutuş Irmağı çerçevesinde bir çok yeri kurgu, az biraz da gerçeklerin yer aldığı, daha önce denemediğim bir tarzda, ortaya bir kitap çıkarabilir miyim? diye düşünüyorum doğrusu.

Öyle bir kitap olmalıydı ki, hem günümüz gerçekleriyle örtüşmeli hem de içinde, zevk veren, düşündüren anlamlı bir hikaye gizlenmeli, yanında da, bolca mitolojiyle yüreklere dokunmalı, güzel anlamlı felsefe içermeli diye tasarlıyordum.

İçerde kalan hikaye, tamamen kurgu olmalıydı ki bu konuda tecrübem yoktu, başarabilecek miydim bilmiyordum ancak bir yılın sonunda bu konu artık başlayıp bitirmem gereken vazifem gibi beni rahatsız etmeye de başladı.

Her gün mutlaka son zamanlarda artık diğerlerinden zevk almadığım, beni doyurmadıkları için, Felsefe kitapları okuyorum. Bir yılda bana göre ağır sayılabilecek ancak okuma hızımı ve anlamamı da bereberinde sürükleyen üç dört dünyaca tanınmış filozof'un kitabını okudum ve hala okumaktayım.

E.M.Cioran, Jean Jacques Rousseau, Baruch Spinoza'nın toplamda üç kitabını okudum ve Spinozanın ''ETHİKA'' sı şu an elimde, Onun Tanrı anlayışı, onun Tanrıyı tanımlayışını anlamaya çalışıyorum.

Geçmişte aklımda olan şey, Einstein'a ''Tanrıya İnanıyor musunuz?'' diye sorulduğunda, ''Ben Spinoza'nın Tanrısına İnanıyorum'' diye verdiği cevaptı sadece.

Neydi bu cümlenin anlamı, Einstein bunu derken ne demek istemişti?  anlamam gerekti. Bunun için de sadece Spinozayı belli bir akıl ve düşünce seviyesine yaklaştığımda okumam gerekiyordu.

İşte o seviyenin şu sıralarda bende oluştuğunu düşündüğümden ETHİKA'da anlatıldığı şekliyle, önermeler ve ıspatlamalar şeklinde okuyarak anlamaya çaba sarf ediyorum.






**

   Bu büyük eseri birkaç satırda özetleme iddiasından uzağım. Bununla birlikte, belirli noktalarını işaret için göstermem gerekir ki, Spinoza'nın açıklamasında tuttuğu sıraya rağmen, hakiki başlangıç noktası Descartes'tan ya da başka bir yazardan çıkarılmış bir cevher teorisi veya fikri değildir.

O kendi duygulanışlarının şuuruna sahiptir; nitekim, bir Bedeni olduğunu ve Beden hayatının hangi şartlarda sürüp gittiğini gözlem ile bilir. Fakat bu bir çeşit bilgi ise de, son derece eksik ve kederli bir bilgidir, kederlidir, çünkü eksiktir; şuur edinmek, gerçi insan için ıstırap çekmek değilse de, hiç değilse edilgin olmak, zor altında bulunmak, güdülmek, çoğu kere yük altında kalmaktır.

Filozofun elinde, kurtulmak için nasıl bir araç vardır? Onun işi, hayatını bir araya getiren arazlardan, asıl kendi varlığını meydana getirmektir.

Ancak bu amaca ulaşmak için evrenle bağlılığına göre savunduğu bir bilgi ona mutlaka gerekecektir; buradan, önce bu evreni cevherindeki birlik ve tavırlarındaki çokluk içinde kavramak zorunluluğu çıkar.

Etika, bir kelime ile, bizi şuurdan kendi kendimizin bilgisine, Tanrı bilgisini de kuşatan bilgiye yükseltir, bunun için sentetik bir açıklamadan önce Tanrıdan söz etmek gerekir.

**

Ben, Unutuş Irmağıyla devam edeyim izninizle.Kendi kitabımda merkezde, bu yer altı nehri ve ona bağlı olarak, akıl ve vicdanlarımızla, bir hayat tarzı edinmiş, kendi yolumuzu çizmiş, ailemizi yaşatmak için çok çabalamış, mutluluk aramış, onu bulmuş ancak çok inişler ve çıkışlar da yaşamış, doğruluktan ayrılmamak için çok ödünler de vermişken zaman içinde, 

Uzun bir çalışma dönemi geçirmiş ya da geçirmekte olan bizlerin yaşamlarımız boyunca devinimlerimizde kovaladığımız kendi kaderlerimiz dışında, belirli zamanlarda, bizim için özel olarak kırılmış yaşam döngüleri ve çizgilerinde acaba farkında olmadan zamanı gelince başka insanlarla bir etkileşim yaşamamız mümkün müdür?

Biz belki de geriye dönüp bir düşünmeliyiz geçmişte bir yerlerde farkındalığımız dışında, ilerisini düşünmeden, mecbur kalarak verdiğimiz bir ya da bir kaç kararımızın uzun zamanlar sonra bize bir bedel ödetmesi olası mıdır?

**

Yeryüzündeki tüm suların ondan gelip ona döndüğü söylenen bir ‘’Unutuş Nehri’’ ve bu nehrin tam ortasından aktığı bir ‘’Unutuş Şehri’’ varmış bundan çok zaman önce.

Tüm su parçaları ondan ayrıldıktan sonra ona dayanılmaz bir özlem duyarmış, ayrıldıklarında kendilerini hatırlar, onunla birleştiklerinde ise onda kendilerini unuturlarmış.

İnsanların içinde bilge olanlar hep şunu sorarlarmış: Bunlar neden kendilerini hatırlamak değil de kendilerini unutmak istiyorlar?

Neden ona özlem duyuyorlar?

Nehre insanlar da girerlermiş bazen ve bambaşka insanlar olarak çıkarlarmış. Söylendiğine göre nehir herkesi kabul etmez, kabul etmediklerini kendisinde boğarmış.

Bilge insanlar yine sormuşlar: Nehir neden bazılarımızı boğuyor da bazılarımıza ölümlüyken ölümsüzlüğü armağan ediyor?

**

Unutuş Irmağı Mit'inden bir bölümü sizlere başlangıç olması açısından ve sanırım bir iki ay içinde düzenleyip yayın evine göndereceğim kitabımın özünü içerecek yukarıda belirttiğim belki de sizde soru işaretlerine neden olmuş sorulara kitabın tamamını okuduğunuzda anlamanız açısından o sorgulamanın cevabını almış olacağınız bölümleri paylaşıyorum şimdiden.

Belki de tam metin olarak ''Unutuş Irmağı'' nı ki, onun bir de adı var, buraya yazmadığım, bulur ve umarım ki, en kötü ihtimalle yukarıda belirtip adını verdiğim sayfamdan okursunuz.





**

''Biz farkında olmayabiliriz ama bazen o kadar işimizin arasında hiç de gereği yokken, haberli olsa kabul etmeyeceğimiz, çok iddialı olacak belki ama dünyada tüm insanlara kozmos tarafından yüklenen ciddi görevler olduğunu düşünüyorum öyle ki bunun kesin olduğunu da düşünüyorum ben.

Hani derler ya ‘’Dersler sen öğreninceye kadar devam eder.’’ Onun gibi.

Biz farkında olmayız ama ciddi olarak da işin tam ortasındayızdır başrol oyuncusuyuzdur.

Bazen ders alacak öğrenecek olan biz oluruz ve genelde Kozmos bu dersleri mutlaka bir insanla verir bir başka insana.

Bu yaşıma kadar, tam da sözünü ettiğim şekilde özellikle de iş yaşamım boyunca ve sonrasında da yaklaşık iki elin parmakları kadar insan benim tezimle hayatıma gelip benimle yan yana yürüyüp bana öğretmenlik yaptılar. Belki ben de aynısını onlara yapmış olabilirim dedim ya süreç içinde pek farkına varılan durum olmayabiliyor. Farkındalığı yüksek insanlar bunu sonradan kavrıyor.

Bu insanlardan bazıları hayatımızdan çıktığı andan itibaren tarafımızdan unutuluyor ya da biz onları siliyoruz hatırlamak istemiyoruz.

Fakat dersler hep kalıcı oluyor yeri geldiğinde kendiliğinden bize hatırlatılıyor ve biz de ona göre davranıyoruz.

Bazı insanlar, - belki de ben onlardan biriyim -  ders alıp uygulama kısmında zayıf olabiliyor inatla aynı hataları yapmaya devam ediyor ve elbette dersler yine başka insanlarla devam ediyor.

Tüm yaşamımız boyunca farklı amaçlara hizmet eden insanlarla karşılaşırız, bize bir şeyler öğretirler ya da hiç bir iz bırakmadan hayatımızdan ayrılırlar.

Bazıları uzun süre, belki de yaşam boyu yanımızda kalmak zorunda kalır.

Bazıları doğrudan ya da dolaylı olarak varlığını hatırlatır, uyanmamızı isterler.

Bazıları hedeflerimizi hatırlatır bize kim olduğumuzu, gerçekten ne istediğimizi.

Bazen büyümemiz gerekir. Buna yardımcı olurlar, yolculuğumuzda rehberlik eder bazı insanlar.

Tek başımıza öğrenemeyeceğimiz şeyleri öğretirler.

Önemsiz ve kısa bir şekilde hayatımıza girenler de vardır hatırlamayız onları.

Çok az, sadece bir kaçı, çok nadir, bulunması zor, değerli insanlardır.

Yakın dostlarımızdır onlar; ailemiz, ruh grubumuzun üyeleri, ruh eşimizdir bazıları, kalırlar.

Varlığı bizi hoş ve güvenli hissettiren, onları beklerken sabırlı olmamız gereken, er veya geç gelecek olan ve yaşadığımız kadar kalacak olandır.

Gerçek duygularımızı isteklerimizi onlar hayatımıza girince ifade edebileceğiz.''

‘’Vazgeçebilmek’’ kitabında Guy Finley, Akılsal Nasıl ve Düşünsel Şimdi deyimlerinden bahseder, kalıcı mutluluk ile sizin aranızda duran hiçbir şeyin olmadığını, nasıl diye sormamak gerektiğini, izin verirseniz şimdinin size yol göstereceğini,

Düşünsel Şimdinin akla hayale sığmayacak bir eylem olduğunu,

Kendiniz dışındaki yeni Dünyaya varmanız eskisinden çıkmış olduğunuz anlamına geleceğini, kendinizden kaçmanın elzem olduğunu, bunu ne kadar iyi anlarsanız o kadar özgür olacağınızı,

Kendiniz dışına götürülmekte ne kadar istekli iseniz, o kadar hızlı bir şekilde oraya varacağınızı, Akılsal nasıl ile Düşünsel şimdi arasındaki mesafeyi kısaltmak için her an çalışarak ruhsal yolculuğunuza günlük hoşluklar eklemeniz gerektiğini,

Kendi dışınıza çıkmak için kimsenin yardımı olamayacağını, ancak herkese bunu yapmanız gerektiğini göstermek gerektiğini, 

Gerçek başarının sizin neye ulaşmayı amaçladığınızla değil, sessizce anlayabildiğinizle ölçüleceğinden söz eder.

Kısaca ‘’Düşünsel Şimdi’’ ile kendinizden kaçmak kaçınılmazdır.

‘’Akılsal Nasıl ‘’da kalırsanız eziyet eden sorulara cevap aramakla zaman harcarsınız.

Anlayacağınız uzun lafın kısası ‘’an’’ da kalın ve ‘’an’ ı yaşayın diye anlayabileceğiniz bir anlatım.

Geçmişle bağınızı bir an önce koparın şimdiyi yaşayın yani.

 

**

 

"Eğer yaşarken sevgi ve bilinç ektiysek, arkamızda da sevgi ve bilinç büyüyecektir. Eğer mülkler ve kağıtlar bıraktıysak, arkamızda büyüyenler avukatların çalışması olacaktır.

Ama eğer hiçbir şey ekmediysek, arkamızdan boşluk ve yıkım çok hızlı boy atacaktır.

Büyük yürüyüşçüler olmamız gerekiyor. Birbirimizin yanında, birbirimizin ayakkabılarını giyerek yürümeli, yürümeli ve yürümeliyiz. Dünyaya geldiğimiz ve gideceğimiz günü düşünerek yürümeliyiz. Kırılganlığın, çıplaklığın yanında cüppesiz yürümeliyiz.

Temellerinin artık önyargı ve yargı değil, alçakgönüllülük ve anlayış olduğu bir dünyayı oluşturmak için yürümeliyiz."

"Gereken sadece savaş araçlarının aklanması değil, aynı zamanda yüreklerin de aklanmasıdır, yargılanmaya değil açılmaya alışılmalıdır; barış bir düşünce olarak değil, yaşamımızın öz ritmi olarak geliştirilmelidir."

**

Üniversite yıllarımda Almanya’da bulunan Teyzemin benim de tanıdığım bir mahalle arkadaşı aracılığı ile okulda yabancı dil olarak lise çağlarından beri devam eden Almanca bilgimi derinleştirmek ve yazışma boyutunda geliştirmek amacıyla Bettina isimli, onların tanıdığı benden küçük öğrenci bir kız ile konuşarak, ikimizin yazışmasını sağlamışlardı.

Çok mutlu olmuştum buna. Bettina’nın mektupları çok hoş üzerinde ‘’Air Mail’’ yazan ve kenarları lacivert – Kırmızı şerit ile kaplanmış zarflarda geliyordu. Heyecanla zarfı açtığımda içinden uçuk mavi renkli kağıda düzgün yazılmış Almanca uzun bir mektup çıkıyordu. Şaşırıyordum bu kadar konuyu nereden bulup da yazıyordu bilmiyorum.

Daha ilk anda heyecanımdan mıdır bilmiyorum, su gibi okur ve yazdığı her şeyi de anladım bir anda.

Ben Almancada o denli de başarılı değildim ki.

Nasıl oluyordu da Bettina’nın yazdığı her kelimeyi mektubun özünü dakikasında çözüyordum hala bilmiyorum bunu.

O yıllarda Bettina’dan gelen mektuplar bana ülkem ile Almanya arasındaki büyük uçurumun, ülkelerimiz arasındaki ekonomik farklılığın farkına vardırdı.

İçim acıya acıya ona yazmaya çalışıyordum sorduğu bazı sorulara anlamama rağmen geçiştiren ya da hiç cevap vermeyen mektuplar yazıyordum.

Bazen de benim yazdığım bir şeye takılıp ısrarla o yazdığımın ne olduğunu yazmamı anlatmamı istiyordu o zaman elim ayağıma dolaşıyordu.

Bana ailesiyle tatile gittiği İtalya’dan kart gönderiyordu, başımı döndürüyordu bu durum bana,

’’Bu yıl sen tatilini nerede geçireceksin?’’ diye soruyordu

Tatil mi? Ha evet tatil. Bilmiyorum nereye gideyim ben.




**

Merhaba Bettina,

Hallo! Diyecektim ama şimdi sabah sabah hava atar gibi olmasın.
Hatta, nasılsın? Yerine de, Wie gehts?

Umarım bunca yıldan sonra hafızan sana yardımcı olurda beni sana hatırlatır. Ben seni hiç unutmadım çünkü.
Çok ayıplayacaksın beni biliyorum. Sana karşı daha mektuplaşmaya başladığımız günlerden beri hep mahcup kaldım.
Küçücük ve boncuk gözlerinle, sapsarı saçlarınla bana baktığın o resmin de mektupların gibi kayıp Bettina.
Mektuplar ve resmin kayıp olabilir. Ama inan bana, o yılların üzerinden çok zaman da geçse de Gençliğimizi gerilerde bırakıp
O günlere birer hayal olarak baktığımız, yaşadığımız şu günleri
Yaşıyor olsak da unutulmuş değilsin.

Sana yeterince ilgi gösterememenin ve senin yazdıklarına karşı benim sana yazdıklarımın yeterli olamayışı her zaman beni üzmüştür.
Bana yazdığın her mektupta o güzel uçuk mavi kağıtlara ve düzgün el yazına, dikkatlice katlanmış süslü zarflara konularak bana yollanmış üniversitede öğrenmeye çalıştığım Almancayı, daha bir sever Almanya ya daha bir hayranlık duyardım. Yaşadığın yerleri çok merak eder seninle oralarda gezdiğimizi hayal ederdim Bettina.

Haklı olarak sen de benden bir resim istediğinde ne yapacağımı şaşırmış, elimde bulunan küçük vesikalık resmime saatlerce senin gözünle bakmış o resmi gördüğünde neler düşüneceğini inan bana çok ama çok merak etmiştim. O zamanlar gözlük takıyordum.
Sıfır yaka koyu lacivert bir t-shirt ile ve gözlüklerimle, esmer tenimle
Çevrende tanıdığın gençlere göre hiç şansım olmadığını derin bir acıyla içimde hissetmiştim.
Yolladım sana o resmi. Senden de tıpkı benim gibi resimle ilgili herhangi bir yorum almadım.
Zaman içinde yaşadığımız ortamlara göre, alışkanlıklarımız ve zevklerimizin de kadar değişkenlik gösterdiğini ikimiz de anladık.
Sen o zamanlar dünyayı kasıp kavuran müzik grubu Deep purple’ı
Seviyordun. Bana da o grubu sevip sevmediğimi sormuştun.
Bense sen bana soruncaya kadar Cem Karacayı seviyordum.
İnan bana Bettina çok güzel sesi vardı. Türkiye de Moğollar diye bir müzik grubu vardı onlarda, buralarda ünlüydüler.
Cem Karaca şimdi hayatta değil Bettina.

Senin ülkenin, benim ülkeme göre çok daha gelişmiş, modern ve zengin olduğunu çok rahat bir öğrencilik dönemi yaşadığın her yıl kendi ülkenin dışında bir ülkede tatil yaptığını yazdıklarından ve gittiğin ülkelerden bana yolladığın o ülkenin güzel manzaralarıyla dolu kartları aldıkça içim ezilir, senin adına çok sevinir gülümserdim, kendi kendime.

İçimdeki küçük umudu mektuplarının uçuk mavi kağıtlarına, süslü zarflarına bağlar onları nerelere saklayacağımı da bilemezdim.
Rüyalarımda sana uçar, seninle el ele hiç görmediğim yerlerde gezintiler yapar ve sabaha güçlü uyanırdım Bettina.
Cüzdanıma yerleştirdiğim boncuk gözlerinle bana bakan resmine
Sık sık bakar ve dalar giderdim kendi gerçeğimi unutarak.

Çok değilse de Bettina, şimdilerde orta yaşı da geride bıraktım.
Neredeyse torun sahibi olacağım. Seninle ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Suç bende onu da biliyorum.

Evet suçluyum. O güzelliğin peşinden gitmeyip bir anda sana yazmayı o yılların ezilmişliği ve hatta belki de, aşağılık duygusuyla birden bırakıp mektuplarını yanıtsız bıraktığım için.

Evet, bizim gerçeğimiz yalnızca benim Almancamı ilerletmekti.
Belki de devam etseydik, şimdilerde ben kendi dilim kadar güzel Almanca konuşuyor olabilirdim de.
Ama sanırım o yıllarda sen, neden benim sana yazmaya devam etmediğimi bir türlü anlayamamış o güzel boncuk gözlerinle öyle bakıp kalmışsındır Bettina.

En çok istediğim şeylerden birisiydi inan bana, Almanca anlamak ve konuşmak. Kendimi aşamadığım için şu an o konuda çok kısıtlı kaldım ve beni çok üzen konuların neredeyse başında gelmekte.

Ben de üzgünüm Bettina. Bunu sana yazmakta çok ama çok geciktiğimi biliyorum. Lütfen kabalığımı affet. Hem sana karşı hem de Almancaya karşı kabalık ettim yıllar önce.

Hatamı anlayıp ta ilerlemiş yaşıma rağmen pür telaş, Alman Kültür derneğine kayıt olup, benden çok ama çok küçük üniversite öğrencileriyle birlikte Almanca öğrenme gayretimde yeterince fayda etmedi yıllar sonra. Bizim bir atasözümüz var Bettina, Sen belki duymamışsındır, dur sana yazayım onu.

‘’Ağaç yaş iken eğilir.’’

İşte böyle Bettina.

Lütfen sana garip gelmesin ama sormadan geçemeyeceğim,
Acaba, benim şu an Almanca konuşuyor olmamama, senin resmindeki boncuk gözlerin neden olmuş olabilir mi, Bettina?

Herzlichten Grüssen Bettina.

ÖZDENER GÜLERYÜZ

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

  1. 1-) Sipinoza'nın Tanrısının tasvirini nasıl yaptığına dair hiç bir bilgim yok. Ancak Einstein Sipinoza'nın tanrısına inandığına göre mutlaka bilimsel bir açıklamasını yapmıştır. Çağımız da Einstein'in önüne geçebilecek başka bir fizikçi de olmadığına göre bu önerme doğrudur. 2-) Günümüzde Unutuş ırmağı gerçekten var olmuş olsa idi, o ırmağa ben hemen girmek isterdim. Hatta bu ırmağa ülkemizde yaşayan bütün insanların da girmesini isterdim. 3-) Ben insanların geçmiş yaşantılarında farkındalıkları dışında veya farkında olarak yapmış oldukları bütün hatalarının bedelini hayatlarının ileri zamanlarında mutlaka ödediklerine inanıyorum. Fakat ne yazık ki insanların büyük bir kısmının da yaşamlarının bir zamanlarında yaptıkları hatalarından dolayı ders almadıklarına da inanıyorum.

    YanıtlaSil
  2. Tabii ki "Ağaç yaş iken eğilir". Çağımızda giderek küçülen Dünyamız da ikinci bir lisan öğrenmek zaruret halini almıştır. Hatta üçüncü bir lisan da gerekiyor. Bettina da mutlaka en az iki lisan biliyordur.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

İÇİNİZDE ŞARKI SÖYLEYEN VEYA DÜŞÜNEN ÖZ, HALA YILDIZLARI UZAYA DAĞITAN O İLK AN'IN İÇİNDE DEVİNİYOR MU?

BİREYSEL KÖRLÜKTEN TOPLUMSAL KÖRLÜĞE GEÇİŞİMİZDE ; ''ÖZGÜRLÜK '' VE ''MASUMİYET'' SEMBOLLERİMİZİ ARAMA GİRİŞİMLERİMİZ ÜZERİNE.

PARADİSE LOST- SMYRNA 1922. '' YARALARI KİM DÜŞÜNÜR, ÖLSEM NE GAM!'' : YÜZBAŞI ŞERAFETTİN, 9 EYLÜL 1922