ÖĞRENEMEDİNİZ Mİ, SİZ DE; ZEKANIZ VE KAVRAYIŞINIZLA TOPLUMDA POPÜLER OLAMAYACAĞINIZI? HALA ACEMİSİNİZ O ZAMAN.
"Zekâ ve kavrayışla toplumda popüler olabileceğini düşünen kişi, hâlâ hayatın gerçeklerini öğrenememiş bir acemidir.
İnsanların büyük çoğunluğu, bu tür nitelikleri kıskanır ve öfkeyle karşılar.
Bu öfke genellikle bastırılır, hatta kişi kendine bile gerçek nedenini itiraf etmez. Ancak şu olur: Birisiyle konuşan kişi, karşısındakinin
kendisinden çok
daha zeki olduğunu
fark eder. Ve bilinçdışı bir şekilde şöyle bir sonuca varır:
'Demek ki bu kişi de benim yetersizliğimi görüyor ve
küçümsüyordur.
Bu düşünce, içerlemiş bir öfke ve nefret doğurur."
Artur Schopenhauer
Alman filozof, yazar ve eğitmen.
Alman felsefe dünyasındaki ilklerden. Dünyanın anlaşılmaz
akılsız
prensipler üzerine
kurulu nedenselliklerinin olduğunu
söyleyerek dikkat çekmiştir.
22 Şubat
1788 Gdansk, Polonya; 12 Eylül 1860 Frankfurt, Almanya.
Toplum Neden Vasat Olanı Ödüllendirir ve Nitelikli Olanı
Dışlar? Siyasi
hayatta, bilimde, sanatta, işyerinde ve akademide "vasatlık" daha
kolay yükselir. Gerçek yetenekler ise çoğu zaman ya geç fark edilir ya da hiç
fark edilmez.
Schopenhauer'a
göre:
Zekânı
göstermek, dolaylı olarak karşındakine 'sen aptalsın' demektir. Bu, çoğu kişi
için dayanılmaz bir aşağılanma hissi yaratır. Çünkü herkes kendini zeki görmek
ister. Kıyaslanmak ise tahammül edilmesi zor bir durumdur.
İnsanlar, en çok gurur duydukları şeyin zekâ olduğunu bilirler.
Çünkü zekâ, onları hayvanlardan ayıran şeydir. Bu yüzden, birinin senden daha
zeki olduğunu kabul etmek istemezsin; bunu fark ettiğinde de öfke ya da
hakaretle tepki verirsin.
Yani insanlar, zihinsel olarak kendilerinden üstün birine
hakaret ederek durumu 'irade' düzeyine çekerler. Zihinsel alanda eşit
değillerdir ama irade alanında -öfke, hakaret, küçümseme gibi- eşit
hissederler.
Schopenhauer devam eder:
Toplumda, mevki ya da zenginlik saygı görür. Ama zekâ asla.
Zekânın en fazla karşılaşabileceği şey yok sayılmaktır. Eğer fark edilirse, bu
bir küstahlık gibi algılanır ya da sahibinin gurur duyma hakkı olmayan bir
ayrıcalık gibi görülür.
Zekâyı toplumda göstermek, çoğu zaman bir cezayı da beraberinde
getirir. İnsanlar, seni küçük düşürmek için bir fırsat kollamaya başlar.
Bu noktada Sa'di'nin bir sözünü hatırlamak gerekir:
"Aptallar, bilge kişilerle bir
araya gelmeye yüz kat daha isteksizdir; bilge kişiler ise aptallardan sadece
biraz uzak durur."
Ve ardından gelen en çarpıcı yorum:
"Aptal olmak, sosyal çevre edinmek
için bir avantajdır. Tıpkı vücut soğukken ateşe yaklaşmak gibi, zihinsel olarak
üstün hissetmek isteyen kişi de, kendisinden daha aşağıda olanlarla birlikte
olmayı arzular."
Schopenhauer, zekânın yalnızlığa neden olduğunu vurgular.
İnsanlar, zeki kişileri bilinçdışı bir kıskançlıkla iter, ardından bu kişileri
karalamak için bahaneler üretirler.
Buna karşılık, düşük zekâlı biri daha uyumlu, alçakgönüllü ve
sevecen olabilir. Çünkü çevresine ihtiyaç duyar. Bu yüzden siyasi hayatta,
bilimde, sanatta, işyerinde ve akademide vasat olan hızlı bir şekilde
yükselirken nitelikli olan görmezden gelinir.
**
Karanlıklar Filozofu olarak bilinen Shopenhauer’e ait yukarıdaki
paragraflar gerçekten de, tam anlamam ve çözümleyip özümsemek için defalarca
dönüp yeniden okuduğumda;
‘’Acaba öyle değil de şöyle mi demek istemiştir, bu kelime şu
kelime ile yer değiştirildiğinde farklı bir şey çıkar mı’’ gibi
değerlendirmelerime rağmen ne kadar değiştirsem de aslında tekrar başa dönmek
zorunda kaldığım, anlamların değişmediğini gördüğüm zaman üzerinde düşünüp ve
konuyla ilgili yazmanın gerekliliğini anladım.
Belki bu durumu sizi, toplumun ‘sosyal medyada kime veya kimlere
değer verdiğini’ ya da ‘sosyal medyada değer gören insanlara bakarak biz
topluma nasıl bir değer verebiliriz’ noktasına çekerek düşündürebilir, belki
biraz sizin de yukarıdaki paragraflardan etkilenebileceğinizi umabilirim.
Size bunun için iki uç örnek vermek istiyorum.
Birinci örneğim, Prof. Dr. Aziz Sancar,
Türk Amerikalı Doktor, Akademisyen, biyokimyager ve moleküler
biyolog.
2015 yılında, Thomas Lindahl ve Paul L. Modrich ile birlikte DNA
onarımına ilişkin çalışmaları nedeniyle Nobel Kimya ödülüne layık görüldü. 8
Eylül 1946 Savur doğumlu.
Bizzat İnstagram Profiline baktım 385B Takipçisi bulunuyor.
İkinci Örneğim, Türk vatandaşı Yasin Cengiz,
Göbek sallayarak ettiği dans ile ünlenen, sahne başına yüz bin
dolar kazandığı iddia edilen, daha önce tarlada işçilik yapan kişi.
Tik – Tok’ta 14,5M, İnstagramda 1.8M takipçisi bulunuyor. 10 Nisan 2001 Horasan doğumlu.
Sadece bu iki örnek bile aidiyet duyduğumuz Türk toplumunun
sosyal medyada ya da herhangi bir yerde derinlemesine anlayarak okuyabilme
sabrına değil de, görsellik ve bu görselliğin içindeki tuhaflıklarla birlikte
başta komiklik ve onu takip eden anlık duygularla sürüklendiğinin tam anlamıyla
bir göstergesidir bana göre.
**
Devlet sektöründe bir zamanlar görev yaparken;
Altın kaplamalı, dışı seni, içi beni yakar, sürgünler diyarı
güzeller güzeli o uzak şehirde sessizce, kızgınlık ve kırgınlık duymadan ama
görev gereği bana teslim edilmiş bir işletmeyi şef düzeyinde naçizane
yönetirken;
Yapılacak bir ihracat siparişinde, nihai ürünün doğal olarak
bizim işletmeden paketlenip yüklenmesi bekleniyorken,
Bizden önceki bölümlerde üretim çalışmalarının yavaş gittiğini,
zamanın ihracat heyecanı içinde değil de normal bir üretim çalışması gibi
yürüdüğünü, harcandığını kısım müdürlerinin, şeflerinin heyecan duymadığını
görüp yüklemenin zamanında yapılamayacağını, olayın gelip işletmemde
tıkanacağını anladığımda,
‘’Ne yaparım da bu fabrikayı ihracat
heyecanı duyma ve buna bağlı olarak da yüklenecek nihai ürünün ara mamul
kumaşını işletmeme bana da üretim zamanı kalacak şekilde getirtebilirim?’’
Diye düşünmeye başlamıştım.
Bir devlet memurunun böyle durumlarda yapabileceği hiçbir şey
yoktur inanın, Oturup beklemekten başka.
Ama ben oturmadım ve beklemedim.
Başka işim yokmuş gibi bulabildiğim tek çareyi uygulamaya koydum
aklımca bir şeyler yapacaktım.
Hatta zorundaydım kendimce.
Devlet sektöründeki işleyişe göre bir derdiniz varsa kendinizden
bir üstteki amirinize gidersiniz ve sonuç beklersiniz.
Öyle de yapmadım.
Oturdum iki sayfalık durumu anlatan bir yazıyla, aradaki Fabrika
müdür Yardımcılarını ve kısım müdürlerini atlayarak, doğrudan fabrika müdürüne.
Durumu kendime göre güya izah ettim.
Ne kadar iyi niyetli olursam olayım elbette bunun karşılığı bana
çok acı bir şekilde geri döndü.
Doğrudan müdüre yazmanın hiçbir faydası olmadığı gibi, yediğim
fırçayı saymıyorum bile, mamul kumaşın işletmeme gelişine zamansal olarak da
faydası da olmadı.
Biz daralan zaman içinde taksitlerle bize gelen kumaşı,
elemanlarımla birlikte gece gündüz çalışarak mamul giysiye çevirip, ütüleyip,
paketledik ve zamanında yükledik.
Bu başarının karşılığını kocaman bir dışlanma ve had bildirme
tutumuyla aldım.
**
Geliyorum özel sektöre;
Devlet sektöründen istifa edip özel sektörde bize göre zamanın
dünyaca ünlü, denim pantolonda markaların ağa babası sayılacak, iki güçlü at
tarafından zıt yönlere çekilse de dayanıp yırtılmayan meşhur kırmızı deri
etiketli denim pantolon markasının Türkiye fabrikasında bu kez daha yukarı bir
kadroda, üretim müdürlüğü kadrosunda çalışmaya başladım.
Önce bizleri ülkemizden daha önce kurulmuş işleyen, yurt dışı
bir fabrikaya eğitim için götürdüler.
Amerikan tarzı anlayış, işleyiş ile yüz kırk yıldan beri
üretilen bu markanın üretimi için aklınıza gelebilecek her şey ve durum
düşünülüp size sadece gördüğünüzü uygulamak kalmakta.
Bir fikir ileri sürmeye çalıştığınızda ‘sadece gör ve uygula bu
güne kadar gördüklerini de unut’ denilmekte.
Elbette, itirazsız kabul edeceğimiz güzel yanlar da yok değil.
Örneğin, IK müdürü kadrosundan başka bir de, psikolog kadrosu
var ki, bu bizi oldukça şaşırtıyor ve bir yandan da sebebini öğrenince
hayranlık duyuyoruz.
Çalışan kim olursa olsun en yakın amirine anlatamadığı,
paylaşamadığı, içsel, özel bir sorununu randevu alarak psikolog ile görüşüyor.
Duruma göre psikolog konuyu ilk amire ya da daha yukarıya ileterek
çözüm bulmaya çalışıyor, böylece çalışan, sorununa çözüm bulunduğu için mutlu
oluyor.
Ancak bu işleyiş, Türkiye fabrikasında bizim Türk bakış
açısından bakıldığında elbette pahalıya patlayacağından, başka türlü
işletiliyor.
Konu bütünüyle, tüm yönleriyle IK Md’ ne havale ediliyor,
psikolog kadrosu açılırsa elbette gerçek bir tam zamanlı psikolog pahalıya
patlayacağından, psikolog diploması olmayan ama bu işi yapabileceği düşünülen
ve hatta IK müdürü dahi olamayacak bir öğretmen bulunarak bu iki kadro da
ehliyetsiz ve liyakatsiz kişiye teslim ediliyor.
Biz elbette bu işleyişin bu şekilde yürüyemeyeceğini
anladığımızda ve buna itiraz ettiğimizde yine bütün şimşekleri üzerimize
çekiyoruz.
Liyakat ülkemizin en önemli sorunlarından birisi olmaya çok
eskilerden beri devam etmekte ne yazık ki.
Türkiye fabrikasında, ne yazık ki bir zamanlar moda olan emekli
askerlerin fabrika müdürlüğü vb. kadrolarda istihdam ediliyor olması durumunu
da yaşıyoruz.
Bu da tuzu biberi.
Emekli bir Tuğamiral, hiç mi hiç anlamadığı, denim pantolon
üretimi yapılan bir fabrikada fabrika müdürü oluyor.
Bu da bizi şaşkınlığa uğratan diğer bir konu.
Bu gibi durumlara itirazınız olmamalı. Sesinizi çıkarmaz da
itirazınıza rağmen susar hatta alkışlarsanız sizden iyisi olmaz.
Ama zekanız varsa ve bu zekanızı, ayrıca da belirtmeliyim ki,
‘aidiyet hissiniz olan yerlerde adeta
kendinizi iş yeri sahibi kadar kuvvetli görür de size ters gelen konularda
sesinizi yükseltmeye başlarsanız bittiniz.’
Bu şekilde bitmemek istiyor ve zekanızı varsa da, hatta üzerine
aidiyet hissetseniz de hissizleşip susarsanız işleyişe alkış tutar, içinizde
bastırdığınız hisleriniz ve siz silikleşip emekli oluncaya kadar orada kalmanın
yolunu bulmuş oluyor ama diğer yandan da kişiliğinizi satmış oluyorsunuz.
Kendini tapılacak ilah olarak gören genel müdür ve yandaşları,
IK müdürü ve gizli psikolog ile becelleşir durursunuz.
Durum öyle bir noktaya gelebilir ki, bilinçsiz alt kadro
elemanınız sözüm ona psikoloğa sizi şikayet bile eder.
Şimşekler tam üzerinizde çakmaya başlar bir anda.
Siz gerçekten sonucun nereye varacağını bilir, aidiyet
duygunuzun sizi yönlendirmesi sonucu işyerinin gerçek sahibi gibi davranmaya
başlarsanız oradan gitmeyi de göze almış oluyorsunuz bana göre.
Bunu, yazıya dökerek anlatmak kadar biliyorum ki, bir okurun da
anlaması oldukça zor. Bunun için yazımın dikkatlice okunmasını rica ederim.
Sonuç olarak her yerde, düşüncelerini korkusuzca gösterip,
tavrıyla zeka seviyesini belirten kişi dokuzuncu köyden de kovulur.
Sizce bu insan artık onuncu köyü arar mı? Bunu bir düşünün
lütfen.
Saygılarımla.
ÖZDENER GÜLERYÜZ
Yorumlar
Yorum Gönder