ŞAİR VE SANATÇI, GÖNLÜNCE YAŞAYAN ''RİND'LERİN AKŞAMI'' 'NDA, ÖLÜMLE YAŞAM ARASINDA GİDİP GELME HENGAMESİNE DAİR.
Dönülmez
akşamın ufkundayız. Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm
nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek
hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle
bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta
simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece.
Guruba karşı bu son
bahçelerde,
keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.
Yahya Kemal BEYATLı.
Yahya Kemal, ‘’Rind'lerin Akşamı’’ şiirini kaleme alırken
yaşlılık ve ruh halinin verdiği ölüme hazırlık psikolojisiyle, zihninde ve
gönlünde birtakım varsayımlara kapılır. Öbür âlemden davet edildiğini ve bu
davetin ilahi bir tecelliyle tezahür edileceğinin bilincindedir. Dingin denizi
kendi yaşlılık âlemine benzeten şair, bu varsayımların bir zan olmaktan öte,
gerçek olduğunu ve teslimiyetin kaçınılmaz bir hale geldiğini belirtir.
Yaşlılığın verdiği ıstırap ile bu ıstıraptan kaçmak için ölüme sığınan şair,
diğer yandan da ölümün mutluluk getirmeyeceğini bilir. İşte bu noktada ölümü
arzulayış havasını yitirip ölümden korkmaya başlar. Onu arzulamanın yeterli
olduğunu bir daha böyle bir rehavete kapılmayacağını anlar. Muhayyilesindeki
ölüm bilinci onda yaşlılıktan kaçışa ve ölümle hayat arasında gidip gelme
hengâmesine yol açar.
Rind, kısaca ifade etmek gerekirse dünya umurunda olmayan,
gönlünce yaşayan kişinin sıfatıdır.
Rind, plan adamı değil; aşk adamıdır. Benzetmek gerekirse rind âlim değil, şairdir. Eğitimci değil, sanatkârdır. Günlük düzenin gerektirdiği dar ve yapmacık dünyaya hapsolan değil, kendine has bir hayat biçimi oluşturan, bununla ânını ân, gününü gün edendir.
2 Aralık 1884, Üsküp Kuzey Makedonya – 1 Kasım 1958 Cerrahpaşa
Tıp Fak. Hastanesi, İstanbul.
Ahmet Agah doğum adıyla Türk şair,
mütefekkir, Yazar, Siyasetçi ve Diplomat.
Cumhuriyet
dönemi Türk Şiirinin en büyük temsilcilerinden biridir. Şiirleri Divan
edebiyatı ile modern şiir arasında köprü görevi üstlenir.
**
Son
yıllardaki endişem, zamanı, zamansız yaşıyor gibi hissetmemden geliyor sanki.
Bazen
dünyanın var oluşundan bu yana hangi zaman diliminde yaşamak isterdim diye
sormuyor değilim kendime.
Hiç
volkan patlaması olmamış, günümüzde hiç görmediğimiz nesilleri, avcı toplayıcı
atalarımız tarafından avlanıp yenilerek tüketilmiş 50kg ile 300kg ağırlığına
kadar olan dünyamızda yaşamış irili ufaklı hayvanların etrafta koşuşturduğu
yemyeşil, masmavi bir dünyada mı?
Yavaş
yavaş buluşların yapıldığı buna karşılık dünyanın da azar azar kirlenmeye
başladığı zamanlarda mı?
Yoksa
şimdiki zamanda mı?
Tercihleri
düşündüğümde ilk sıradaki tercih biraz sıkıntılı görünse de, yemyeşil doğanın kucağında, etrafta insandan
çok hayvanın dolaştığı,
Bunların
büyük bölümünün insan için tehlike olduğu, insanın gücünün birçok hayvandan
daha düşük, avlanabilmek için çok zaman, akıl ve güç gereken, mevcut tehlikeler
nedeniyle dinlenmek bir yana, av olmamak için sürekli dikkatli olmak, geceleri
dönüşümlü uyumak, belki de bir mağarada sürekli yanan bir ateş karşısında
olunması gereken bir zaman.
İkinci
sıradaki tercih, insanın çoğalıp hayvanların azaldığı, insanın daha korunaklı
yapılarda yaşadığı, iş hayatının başladığı,
İnsan
için bazı yararlı buluşların yapılmış hayata geçmiş olduğu, buna karşılık
birinci tercihe göre dünyanın kirlenmeye başladığı ama insanın bunu göremediği,
insanın diğer insanlara olan ihtiyacının azaldığı, bir sanayileşme dönemine
girildiği zamanın da hızlanmaya başladığı süreç.
Şimdiki
zaman tercihinde ise tam manasıyla bir gerçeklik ile karşı karşıya kalıyorum.
Çünkü ilk iki tercihi sadece okuyor, öğreniyor ve hayal ediyorum. Ancak şimdiki
zaman tam da karşımda ve onun bir kısmını yaşadım ve yaşıyorum.
Aklıma
bir şarkı takılıyor şimdiki zamanı düşünürken.
Teoman’ın ''Bir bar taburesinde babamın öldüğü yaştayım.'' Şarkısıyla birlikte düşünüyorum o gerçekliği.
Ben,
ne bara gittim ne de bar taburesinde oturdum.
Babamın
öldüğü yaşı da geçtim.
Ne
hisseder insan, çok farklı mı hissedilir illa bar taburesinde mi oturmak lazım
''babanın öldüğü yaşa’’ gelince ve geçince o yaşı?
Ölmeden
önce babam, sürekli aslında ikimizin de farkında olduğu elinden bir şey gelmese
de, bir şey yapamayacak olsa da koruyucu olacağını, her yolu kendisinin
açacağını, korkmamam gerektiğini vurgulayan sözler söyleyip, davranışlarda
bulunurdu kendince.
Bu
bana garip bir özgüven verirdi. Buna öylesine çok inanasım gelirdi ki, sonunda
inanırdım ona.
Babam gerçek bir yel değirmeni savaşçısı idi ölmeden önce.
Altında
tonlarca ağırlıkta demir, saç ve çelik yığınından yapılmış göğsünün iç kısmında
cehennem alevleri yanan, suyu buharlaştırıp çelik rayların üzerinde dönen çelik
tekerleklerin üzerindeki biyel kollarına buharı basınçla yollayan ve onları
döndürerek yol alan, bacasından kapkara kömür dumanı salan bir mekanizmanın
sürücüsü, buharlı lokomotif makinistiydi.
Tünellerde,
dağ tepelerinde, yığınla kar kümelerinin içinde geceler gündüzler geçirdi,
boğuştu zamanla ve yıprandı.
Lokomotifinin
ardına bağlı posta vagonlarının içindeki insanları, salimen büyük, ışıklı
istasyonlara ulaştırdı.
Bu
azımsanacak ve de küçümsenecek bir şey değildir aslında.
İşte
o tüm engellere rağmen ışıklı istasyonlara ulaşma, ulaştırma becerisi onda
farkında olmadan yel değirmenleriyle hayali savaşlara girip mutlaka kazanma
azmini de ona vermiş olmalı.
Elinde
aslında hiçbir gücü olmayan bir insanın oğluna ‘’arkandayım ve seni koruyor
kolluyorum.’’ Güvencesini başka türlü verebileceğini sanmıyorum.
VE
ARKASINDAN GÜNEŞ DOĞMAYAN BÜYÜK KAPIDAN
Yalnız
ve güçsüz isen, yalnızlığında yel değirmenlerine sadece yalnızken sessizce
saldırabilirsin. Gerçeğinde ise yaşamın, bambaşka şeyler vardır.
Adeta
uzaktan dövülürsün, içinde ülke aşkın vardır, insanları seviyorsundur, iyi
geçimlisindir, yetmez bunun yanına siyasi görüşünü de eklemeli tarafını
koymalısın.
Koymazsan
da kötü, koysan da.
En
sonunda çok yaşayanın değil çok gezenin bildiği konular yüzünden içsel olarak
bir yandan övünç duyar bir yandan da haksızlığa uğradığını düşünürsün.
Tanıdığın
birlikte çalıştığın bazı torpilli ( ya da onları bir siyasi görüşün temsilcisi
olarak da tanımlayabilirim) arkadaşların bir masada yirmi yıl oturmuş adeta o
masadan emekli olmuşlardır ki;
‘’Evet,
ben sürüldüm haksızlığa uğradım ama onlardan daha tecrübeli ve bilgiliyim.’’
diye düşünürsün.
Sızlanmadan
sevdiğin ülkenin uzaklarına sürülmüş olsan da avunursun bununla.
Gittiğin
yerde de insanlar vardır. Oralarda, onlar da yer içer şarkı söyler, ağlarlar.
Memleketlerini
ne kadar çok sevdiğini sınarlar, en küçük bir ters kelime söylersen ‘’haline
şükret’’ derler.
Aslında
seversin onları, oraları. Yerel folklor oyunları vardır, hepsi de o oyunları
oynamayı bilirler, nazlanmaz kol kola girer oynarlar.
Oralarda,
memleket hasretini evinde, iş yerinde üstünde başında giysilerinde taşıyarak
giderir bir nevi yansıtır, sen de onlara bu şekilde cevap verirsin.
O
yörelerin oyunları oynanırken davulun sesi birden kesilir, kulağına
Bir
efe türküsü gelir ağırdan, ya da ‘’Kalbim Ege de kaldı.’’ Diye çok ince bir ses
seslenir.
Oranın
insanı oraya gitme nedenin olarak, kendilerine hizmet etmek için olduğunu
düşünür. Orası onlarındır.
Oradayken
biz, nasıl hayal edelim ki Cihana bir daha gelmeyi?
GENİŞ
KANATLARI BOŞLUKTA SİMSİYAH
Ülkemin
uzaklarında yalnız kaldığımda önümü sadece kendimin açabileceğimi korkmayacaksam
gerçekten de korkmamamın nedeni olarak sadece kendi özgüvenim olduğunu anladım.
Devlet
sektöründe ve özel sektörde önümde arkamda kimseler olmadığını anlayanlar
içlerindeki, dünyaları yok eden ve günümüzde de hala doyamayan toplayıcı, avcı
atalarımızın davranışlarını deneyimlediler üzerimizde.
O
anlar babamın çaresiz korumacılığını hatırlayıp hiç umursamadım.
İçten
içe, dünyanın sıradan vizyonunu tersine çevirmek için kendi kaderimi elimde
tuttuğumun farkındaydım. Yaşamın her döneminde acımasız katılığıyla
büyülendiğim kurumsal iş dünyası ve uğruna savaştığım kariyer, başarı, para
gibi her şey farklı bir anlam kazanıyor, o uzak ve yabancı şehirler birer sirke
dönüşüyordu.
Sendikacılar
tanıdım örneğin.
Muhteşemdiler,
onları özlemiyorum. Odama gelip masama yumruk vurduklarında bile korkmadım
onlardan.
Sendika
başkanlığına aday olmuş, seçimde kaybetmiş adayın,
Odama
gelip ‘’seni vurmaya geldim!’’ demesine de gülümsedim.
Bu
hatanın ya da kaybın tamamen kendinden kaynaklandığını usanmadan ona anlattım
kalkıp birlikte yemek yemeğe gittik.
Kendisi
memur yemekhanesinde garsondu ve bana hizmet etti.
‘’Sen
de açsın, gel birlikte yiyelim dedim.’’ Birlikte yedik.
Yediğim
yemek nereme gitti hala bilmiyorum.
O
anların içimde yarattığı anlamsız, sadece dirlik düzenlik olsun diye kendimi
‘’sabra’’ adama düşüncesinin verdiği gerginlikle şimdilerde insanlardan geri
duruşuma, çabuk kabullenir bir yapı ile suskun kalmama ve kendimi tanıyamaz
olmama şaşmamak gerek.
AVUNMAK
İSTEMEYİZ BÖYLE BİR TESELLİ İLE
Biz,
Türkiye çapında diyebileceğim uzunca, dolambaçlı yollardan geçerek en son
işimizden istifa edip memlekete dönüp, torpilli olup aynı şehirde aynı masada
yirmi yıl geçirip rahatça emekli olanlara gülümserken, biz de kazançlarımızla
artık kendi işimizi kurup gelecekte çocuklarımızı o işin başına koyabilecek kadar
kararlı ve avantajlıydık.
Ayrıca
inançlıydık da diyeceğim ama yanlış anlaşılmasın bu inanç tıpkı zamanında Pers
ile Lidya Sardes savaşında yenik düşen Lidya Sardes kralı, dünyanın en zengin
adamı Creoesos’un, inancıyla aynı inançtır.
Pers
kralı Cyrus tarafından yakılmak üzere bir odun yığınının üzerine yatırıldığında
ve odun yığını bir uçtan alev aldığında bir an Cyrus’un yüreği sızlar ve bir
insanın yakılmak üzere olduğunu düşünür.
Ayrıca
da bu insanın, zenginlik bakımından kendisini kıskanacak bir şeyi olmadığını ve
bir gün aynı şeyin kendi başına da gelebileceğini düşündüğü, hemen ateşin söndürülmesini
istediği o muhteşem sahnedeki gibi, bilenler bilirler tüm uğraşılara rağmen
sönmez ateş.
Odunların
üzerindeki Lidya Sardes Kralı Croesos tüm çabalara rağmen ateşin sönmediğini
görünce, yüksek sesle Apollon’u yardıma çağırır:
Ona
sunmuş olduğu güzel sunular yüzü suyu hürmetine bugün kendisine yardım
etmesini, tehlikeden kurtarması için yalvarmaya başlar. Bu arada gözleri yaşlar
içindedir.
İşte
o zaman ufuktan bir bulut kopar, bulut yarılır. Sel gibi yağmur iner ve ateş
söner. Cyrus bununla anlar ki, Croesos tanrılar katında değerli tutulan erdemli
bir kişidir.
(Croesos’un yakılma sahnesi olarak üzerinde bu sahneyi betimleyen vazo Louvre müzesindedir.)
Böyle
bir inancınız varsa düşmanınız da dize gelir.
Gerçek
inanç budur.
GRUBA
KARŞI BU SON BAHÇELERDE, KEYFİNCE
Babamın
öldüğü yaşta o bar taburesinde değildim, Teoman’dan o şarkıyı da dinlemiyordum.
Daha
gerçekçi, daha sağlamcıydım hala da öyleyim.
İş
yaşantım boyunca beni yönetenlere beni ezmeleri, ağır dışlanma uygulamaları
için verdiğim izni, çocuklarım vermesinler diye, kapı baca tıkanmış, var
gücümle onlar rahat etsinler diye çabalamaktayım.
Gel gör
ki zaman dediğimiz şey bazen de insana değişik oyunlar oynuyor.
Onlar
hayatı daha kaliteli yaşasın, ezilmesin ve şirketimizi bizden daha güzel
yönetsin diye tavsiye üzerine oğlumuza ‘’yaşam koçluğu’’ hizmeti almaya karar
veriyoruz.
Ortalıkta
‘’Ben yaşam koçuyum’’ diyen öylesine çok şarlatan varmış ki; sonradan
anlıyoruz.
Bir
süre sonra oğlumun ayakları yerden kesilip, egosu şişince nerde yanlış
yaptığımızın, ya da onu koruyalım derken insanlıktan mı çıkarıyoruz diye
düşünmeye başlıyorsunuz
Olaya
müdahale edip tekrar düşünmeye başlıyorsunuz.
Hayatta
ezilmesin diye mücadele ettiğiniz geleceğiniz mobbing uygulayıcısı olmasın
diye,
Onu
ve şirketimizi ‘’yaşam koçluğu’’ müessesesinden uzak tutuyoruz.
Hayatın
size oynayabileceği en güzel oyunlardan birisi böyle bir şey olsa gerek.
Erkek
torunum henüz beş yaşındaydı, sarı ışığın ne demek olduğunu sordum. O esnada
araba kullanıyordum ve kırmızı ışıkta bekliyorduk.
''Yarış
arabalarının ''rrrınn, rrrrıınnn, rrrıııınnnnn'' yaptığı zaman'' diye
cevapladı.
Şaşırdım,
''aldın mı cevabını?'' diye de aklımdan geçirdim, ''rınnnn'' süresi bitip
yeşil yanınca yürüdüm. Arkamdaki koltuktan
''Seni
gözlüyorum dede, direksiyonu iki elinle tut.'' diye seslendi.
Şaşkınlığım
iki katına çıkıp ''yok artık'' boyutuna geldi. ''Biz bu kuşağı eğitmek şöyle
dursun, onlar bize her şeyi öğretecekler.’’ diye geçirdim ve direksiyonu iki
elimle sıkı sıkı tutmaya başladım.
YA ŞEVK İÇİNDE HARAB OL, YA AŞK İÇİNDE
GÖNÜL
Ben
babamdan daha sağlıklı yaşadım, yaşıyorum.
Torunlarımın
büyüdüğünü görmek adına daha da dikkat edip, yine var gücümle dikkat ederek yaşamak
istiyorum.
Elbette
içimde bana bırakılmış o çekirdek inancı koruyarak, hiç bir şey yapamasam da,
işlerin doğru yönde, inancımın yönünde ilerleyeceğine kesin inanarak.
Bunun
için karşıma alacağım insan, insanların kim olduğuna bakmadan.
Çünkü
ben de sadece aklıyla, düşünerek bir yaşam savaşı veren bir insanım.
Bunun
için neyle, kiminle savaşacağını doğru tespit edip önlemlerini alan bir
savaşçıyım.
Elbette
benim de öleceğim gün gelecek, iki oğlumda geleneksel olarak ‘’babalar ölünce
değerleri anlaşılır’’ noktasına gelip bu cümlenin hakkını verip beklentim odur
ki; onlar da zaman içinde çekirdek inancın ‘’Silahsız’’ savaşçıları olsunlar.
Yahya
Kemal Beyatlı’nın çok sevdiğim şiirindeki;
‘’Gruba
Karşı Bu Son Bahçelerde, Keyfince’’ Satırının ancak o zaman yattığım yerde
yerini bulup bir huzura kavuşacağımı düşünüyorum.
Saygılarımla.
ÖZDENER
GÜLERYÜZ
Bu saçma sapan dünyada huzur içinde yaşamanın yolu. Rind olmak.
YanıtlaSilİlhan bey, Antik Yunan'dan günümüze kadar belirttiğiniz düşünce tarzı hep arzulanmış. Kinik yaşam tarzı olarak benimsenmiş. ''Dünyayı Umursamamak'' günümüzde uygulanabilir mi emin değilim. En belirgin örneği bir fıçıda yaşadığını gördüğü kinik felsefenin temsilcisi Diyojen'e ''Bir isteğin var mı?'' diye soran İskender'e, Diyojen'in verdiği cevap belki bize bir fikir verebilir. ''Gölge etme başka ihsan istemez'' Teşekkürler saygılar.
Sil"Yahya Kemal Beyatlı'nın benim hayatımda çok özel bir yeri vardır.
YanıtlaSilGün gibi hatırlıyorum:
Mersin de yaşarken ilk okulun dördüncü sınıfında idim, Yahya Kemal Beyatlını'nın adını ilk kez duyduğumda (bir Kasım 1958).
Hakim emeklisi Dedem bir müddeten beri Babaannem ile birlikte memleketten bize gelmişlerdi. Dedem şair ruhlu bir kişi idi. Hergün mutlaka bazı şiirleri ezberden bana okurdu. Daha sonra öğrendim ki okuduğu şiirler Yahya Kemal Beyatlı'nın şiirleriymiş.
İşte o gün sabah radyo haberlerinde Yahya Kemal Beyatlı'nın vefat ettiği haberini duyunca Dedemin gözlerinden yaş geldiğini gördüm. Ailece çok üzülmüştük. Dedem'in bana ezberinden okuduğu Yahya Kemal'in şiirleri içinden o zamanlarda beni en çok etkileyen ve heyecanlandıran AKINCI şiiriydi".
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bir atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
Ak tolgalı Beyler beyi haykırdı "ilerle",
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle.
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan,
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Bir gün dolu dizgin boşalan atlarımızla,
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla.
Cennet'te bu gün gülleri açmış görürüzde,
Hâla o kızıl hatıra titrer gözümüzde.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
"Bu şiir beni çok heyecanlandırıyordu; Dedem bana ezberlettirmişti ve ara sıra da bana okutturuyordu. Daha sonra ilk okulun beşinci sınıfında iken, sınıfta bu şiiri okumuştum. Çok alkışlandığımı hatırlıyorum.
1963 yılında Ankara Atatürk Lisesinde birinci sınıfta iken ve edebiyat dersimizde Yahya Kemal'in akıncı şiiri işleniyordu, Edebiyat Hocamız:
'şiiri okumak isteyen var mı' diye sorunca, ben hemen parmak kaldırdım ve bana okuttu. Tabii ki ezberden okumuştum ve yine çok alkışlanmıştım. Yahya Kemal'in şiirlerini zevk ve heyecanla okuyordum. Gençlik yıllarımda onun 'KENDİ GÖK KUBBEMİZ' adlı şiir kitabındaki şiirlerinin tamamına yakınını ezberlemiştim.
Cumhuriyet tarihimizin Dev edebiyatçılarından biri olan Yahya Kemal Beyatlı'yı;
(Benim Yahya Kemalim,
Bizim Yahya Kemalimiz) Sizin makaleniz sayesinde minnet ve şükranla anıyorum. Mekânı Cennet olsun".
Murat bey, güzel bir Beyatlı şiiriyle cevap vermeniz, sizin de edebiyat ve şiir merakınız ayrıca benim de bildiğim şu sıralarda yazmaya başlıyor olmanız gerçekten de bu tür bir yazıya yorum yapma, yapabilme yetisinde olan bir arkadaşım olduğunuz gerçeğini yansıtıyor. Çok teşekkür ederim saygılar.
Sil