SUYU ARAYAN ADAMIN, HAYAL VE ÖZLEMLE GERÇEK HAYAT ARASINDAKİ HAYAL KIRIKLIĞI İLE VATAN'A BAĞLANMA HİKAYESİ ( 1 )
‘’Bir
adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç kazdı, Suyu bulamadı.
On kulaç, on beş kulaç kazdı, Gene suyu bulamadı.
Sonra yerin derinliklerinde kara kaya tabakalarına rastladı, karamsarlığa düştü, gücü sona erdi ve suyu
bulmaktan ümidini kesti.
Fakat bir ses ona:
-
Daha derinlere in, daha derinlere! Dedi,
Daha derinlere indi ve suyu buldu.’’
Rama Krişma
Adını duyduğunuz
ama belki de okumak için zamansal ve ruhsal olarak sizi gerçekten şaşırtacak,
durup düşündürecek ve her şeyi tam olarak anlamanız adına salt okumakla
kalmayarak daha derin araştırmalar yaptıracak kadar hazır olacağınız;
Beklediğiniz içsel değişimlerin de birlikte
gerçekleşeceği, kısa sürede bir girdabın döngüsünde yavaştan başlayan ve
gittikçe hızlanan, büyüyen, akan duygulara sürükleyen bir kitap okudunuz mu?
Henüz anne kucağındayken ülkemizin sınır şehirlerinden
birinde
‘’ Hatıramda bundan daha eski bir iz yoktur, bir
yangın içinde gözlerimi açmış, hayata bir yangınla başlamış gibiyim’’
Kanlı hummalı bir yüz yıla gebe olan,
‘’Şu acayip, şu yaşanmaya değer yirminci yüzyıl!’’ cümlesiyle
ilk paragrafta düştüğünüz çukurda debelenirken, kitabın henüz başında olduğunuz
duygusu, elli dokuz baskı yapmış bu kitabın, daha okumanız gereken dört yüz
sayfası olduğu gerçeğiyle sarsılmak.
**
Göçmen mahallesinde, Kırım’dan Dobruca’dan, Tuna
kıyılarından, zaman zaman harpler, toptan öldürmeler içinde kopup gelen göçmen
sellerinin artıkları, yüz elli, iki yüz yıldan beri hemen daima gerileyen
sınırlarla beraber adın adım çekilerek buralara sürülmüşlerdir.
O da bir göçmen çocuğu idi, Bu göçün hikayesi Tuna
kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi.
Basitti bu hikaye.
Aşk veya savaş destanlarının havası, hurafelerden
başkaydı. Bunlarda yaşayan tabiat dışı mahluklar değil, insanüstü
kahramanlardı. Lirik öykü ve destanların hepsinde müşterek olan şuydu:
Bunlarda aşk, hiçbir zaman visale ( kavuşmaya )
ulaşamayan bir şey, yani ‘’ebedi bir hasret’’ ti.
Mecnun Leylasını arar, onun için yanardı. Fakat
Leyla’yı gördüğü zaman tanımaz ve her rastladığı kıza:
-Sen Leyla mısın? Diye sorardı. Cevap alması şart
değildi. Çünkü Leyla’yı esen rüzgar, uçan kuş, çağlayan su ya da dağda dolaşan
gazal yavrusu pekala temsil edebilirdi.
**
Zamanı gelince asker rüştiyesine yazıldı. Orada ilk
defa sıraya girince, yadırgamadı bu durumu.
Zamanı gelince o da bir büyük ordunun saflarına
karışacak, sınırlardan sınırlara koşacak, büyük bir devletin varlığını
kılıcıyla koruyacak biri gibi gördü kendini.
Sınıflar ilerledikçe, görüş ufukları genişledi onun
da.
Üç kıtanın birleştiği yerde, dünyanın kilit
noktalarını elinde tutan büyük bir devlet vardı.
Bu devlet Osmanlı devletiydi. Yani bizim devletimiz.
Sınıfın duvarlarına asılan haritalarda, bu büyük
devletin toprakları tozpembe bir renkte gösteriliyordu. Bu topraklar ona dünya
kadar geniş görünüyordu o zamanlar.
Ama onları gene de dar bulurdu o.
Afrika’nın ortasındaki Büyük Sahra’ya kadar
Trablus-Bingazi (Libya), sonra Habeşistan’a kadar Mısır, Sudan bu topraklar
içinde gözüküyordu. Sonra Hint denizine kadar Yemen ve bütün Arabistan kıtası
bizimdi. Irak, Suriye, Sina ve nihayet İran ve Rus sınırlarına kadar Anadolu
toprakları dahildi.
Girit’ten, Kıbrıs’tan Ege adalarından başka, tüm
Trakya, bütün Rumeli vilayeti devletimizindir.
Ders aralarında sınıftaki çocuklarla birlikte
haritanın başında toplanır devletimizin sınırlarına bakarlardı.
Hatta bununla da kalmayacaktı. Girit, Kafkas,
Bosna-Hersek geri alınacaktı. Bulgar prensi ile Karadağ Kralı bize vergi
vereceklerdi. Hudutlar tekrar Tuna’ya varacaktı.
**
Balkan harbinin getirdiği çöküntü tam oldu. Bu kez
Osmanlı Avrupası vilayetlerindeki Türkler, göç etmeye bile vakit bulamadı.
Baskınlar, yağmalar ve toptan öldürmeler içinde amansız bir tasfiye başladı.
Düveli muazzama bu sefer de kılıcını teraziye koydu.
Ve gene Osmanlı devletinin aleyhine koydu.
İşte bu anlatılanlar yukarıda yazdığım hayalleri olan
Türk çocukları için beklenmedik şeylerdi. Onlar bu neticeler için
hazırlanmamışlardı. Onlar birtakım adı belirlenmemiş hayal dağları arasından
doğacak başka türlü sabahların rüyalarını görüyorlardı.
Ve şimdi soğuk, kara bir gerçekle karşı karşıyaydılar.
Bunları anlamakta gerçekten zorluk çekiyorlardı. Anadolu, Rumeli çocuklarının
hayallerini dolduracak bir yer değildi. Onların kafalarında yaşattığı rüya, bir
cihan hakimiyetiydi. Her biri bir cihangir olacaktı. İskender gibi, Yavuz gibi.
Bütün bu karışıklıklar içinde insanların kafalarında
yeni bir anlayış doğuyordu. Bu yeni bir vatan, yeni bir millet anlayışıydı. Bu
yeni anlayışa göre vatan, artık sadece devletin sınırlandırdığı topraklar demek
değildir. Asıl olan vatan değil milletti. Millet tarihleri, dilleri, dilekleri,
ırkları bir olan insanların tarihi topluluğudur deniliyordu.
Muallim mektebindeyken ve ülkede yepyeni bir ülkü
sarhoşluğu yaşanırken kaderlerindeki değişiklikle, ailelerin dağılışı ile
gençler ikinci planda kalıyordu.
Onlar şimdi muallim mektebi duvarlarına vatanın yeni
sınırlarını çizmeye çalışıp bu haritalar başında toplanıyorlardı. Osmanlı
Afrikası, Yemen’ler, Hint’ler, Bosna-Hersek’ler artık gözlerine gözükmüyordu.
Bir ellerini Balkan geçitlerinin, Tuna Meriç
havzalarının üzerine koyuyor sonra da diğer ellerini Kırım’ı Kafkasya’yı,
Türkistan’ı sıralayarak Altaylara, Çin Türkistanı’na, Çangariye, Altın Dağ’a
uzatıyorlardı. Buralar kurtarılacak yerlerdi.
Kafkasya, Türkistan, Çin sınırları zorlanacak elde
asa, ayakta çarık, sırtta kitap çantalarını Anadolu’ya, Azerbaycan’a,
Türkistan’a taşıyacaklardı.
Balkan harbi sona ermiş Edirne zorla kurtarılmış, Avrupa birinci dünya harbine girmek üzereydi. ( 2 Ağustos 1914 )
**
Heyecanla, kendi anlayışına göre, bir yedek subay
olarak, Kafkas cephesinde ağabeyinin şehitliği ile boş kalan yerini doldurmak
ve hatta aynı cephede aynı alay ve tabura tayin olunmak için didindi durdu,
dilekçeler verdi.
Nihayet bunu da başardı.
Büyük bir arzu ile bir an önce cepheye varmak için
bütün cepheleri yararak sınırları aşmak, uzak esrarlı ülkelere ulaşmak,
şanlara, zaferlere kavuşmak için yanıp tutuşmaya başladı.
Haydarpaşa
istasyonunda, gidenleri uğurlayan tuhaf, sessiz ta ki tren kalkış düdüğünü
çalıncaya kadar kıpırdamadan oturan ve bir şeyler okuyarak gidenlere doğru
üfleyen ihtiyar adamın aslında gidenler arasında kimsesi yoktu. Her Allah’ın
günü oraya gelirdi. Gidenleri uğurlar, gelenlere haber sorardı.
O kendi birliğine vardığında ordumuz, Karadeniz’den
İran sınırına kadar, her taraftan çekilme halindeydi.
Adına Kafkas cephesi denilen bu cephede ordunun, bütün
insanüstü gayret ve mukavemetine rağmen geri çekilişi, hemen harbin başından
beri başlamıştı.
O sıralarda otuz beş yaşını süren Harbiye Nazırı ve
Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın; adına Sarıkamış harekatı denilen delice
macerasıyla, birkaç gün içinde tamamen mahvolunca (15 – 22 Aralık 1914 ) Doğu
Anadolu, düşman istilasına açık hale gelmişti.
**
Şevket
Süreyya Aydemir, (1897 – 1976 ) Tunalı bir göçmen ailesinin oğlu. Topraksız
köylü olan babası başkasının toprağında ve hizmetinde çalıştı. Edirne doğumlu
olan Aydemir, Edirne öğretmen okulunu bitirdi. 1. Dünya savaşında şehit olan
ağabeylerinin yerlerini doldurmak amacıyla kendi isteğiyle Kafkas cephesinde
çarpışmalara katıldı. Neslinin büyük çoğunluğu gibi o da Turancılık akımının
ateşli taraftarıydı. Bütün bu savaşlar ve ihtilaller içinde kültür
yetersizliğini gördü. Moskova’da ekonomi öğrenimine gitti. Devlet sektöründe
yüksek görevler aldı. Atatürk’ün eşsiz takdirlerini kazandı. Kendisini Atatürk
inkılaplarına adadı. Kendi hayat hikayesi olan ‘’SUYU ARAYAN ADAM’’ kitabında
çok güçlü olarak otobiyografisini yazdı. Bu bir hayat hikayesi olmakla
kalmamış, ayrıca neslini; o yılların şartlarını olaylarını ve atmosferini
canlandırmış, ruh ve fikir oluşlarına ışık tutmuştur.
**
Daha yirmili yaşlarında
cephelerde ölümü kurtuluş sayacağı anlar yaşadığını ölümle birkaç defa yüz yüze
gelişini anlatır kitabında. Gürcistan Ermenistan sınırında ulaşan orduyla
Kars’ın alınışı güney Kafkasya, Arpa çayı ve Aras Çayı’nın öteleri ve artık
Turan sınırlarının eşiği.
Tarihin bin bir akımına şahit olan Aras Vadisi, bir
tarafta Ağrı, diğer tarafta Alagöz Dağları, şimdi yeni bir akın görecekti.
Türk kızları al bayrağa bürünecekler, yollarını
bekleyeceklerdi çiçeklerle.
Azerbaycan, Kafkaslar ötesi, Kırgız – Kazak illeri ve
nihayet Türkistan.
O zaman her yerde yeni ordular kuracaktılar, Aynı dili
konuşan, aynı Tanrı’ya tapan, genç ve kardeş ordular.
O zaman ilk kurultay Baku’da mı olur, yoksa İstanbul’da mı bu nerede olursa olsun kalpleri aynı ışıkla yanacaktı.
Ama Tarih her zaman düşünüldüğü, arzu edildiği gibi
ilerlemiyordu ne yazık ki.
Hayaller tavan yapmış ve rüyalarını süslerken gelen
bir emirle fethedilen yerlerin belirtilecek gün ve saatte adım adım Ermeni
kıtalarına teslim edilmesi, çekilişin yerli Türk halkından habersizce yapılması
bildirildi.
Akşam Türk bayrakları altında uykuya dalan o
kurtardıkları Türkler sabah olunca gözlerini yabancı ve katil bir süngünün
gölgesinde açacaklardı.
KENDİNE
YABANCILAŞMANIN BAŞKA TÜRLÜSÜ
Ordunun
emrini yerine getirip terhis olma işlemini resmiyete kaydettikten sonra,
Kafkasya’ya bu topraklara dönmek kararını orada bir köprübaşında kendine verdi.
O artık kimsenin değil, ruhunun, heyecanlarının ve ülküsünün emrinde olacaktır.
Turan
ülküsü, bizim bu bahislerde işlenen gençlik yıllarımızın, itici gücüydü. Ama bu
ülkü, ne eylemci, ne de yön tayin edici önderini bulamadığı için, Turan davası,
daha ziyade, bir özlem, hayal ve heyecan kaynağı olarak kaldı. Ve sanıyorum ki,
en kapsayıcı ifadesini, Kızılelma sembolünde, yani bir belirsizlikte buldu.
**
Trabzon’dan İstanbul’a giden bir gemiyle terhis
edilmiş askerlerle birlikte dolu olarak dönmesi Aydemir’in İstanbul’da kendine
ne kadar yabancılaştığını fark etmesine neden oluyor.
Kendi anlatımı oldukça çarpıcı.
Boğaziçi’ne
vardığımız zaman, ilk dikkat çeken şeyler, İstanbul önünde yatan düşman
gemileriydi, Karaya zorlukla çıktık. Galata rıhtımı, berelerini yana eğmiş
sarhoş Fransız bahriyelileri v zenci askerlerle doluydu. Hele sağa sola yalpa
vuran, önüne gelene sataşan bu bahriyeli oğlanlara asker bile denemezdi.
Arkadaşıyla birlikte bir lokantada yemek yemek
istediklerinde, bu kararlarının yanlış olduğunu anlıyorlar. Sırtlarında siyah
çerkes yamçıları ( Uzun dokuma yağmurluk.) vardı. Tabancaları kemerlerinde takılıydı, iri
kalpaklarını onlar da yana eğmişti. Onlar burada hala cephedeki subaylardı.
Fakat bu kıyafetleri tıklım tıklım işgal altındaki İstanbul’un yabancı
askerlerle dolu sokaklarında çok dikkat çekiyordu.
İşte bu satırlar içimi çok fazla burktu. Turan
ülküsüyle, Kafkas cephesinde çarpışan yüreği vatanı ve ülküsü için atan bir
Türk subayı, galip geldiği halde ordu emriyle geri çekilip terhis olup
memleketine geldiğinde Çerkez kıyafetiyle bir lokantaya bile girememiş, işgal
edilmiş bir İstanbul bulmuştu.
İşte tam da orada kendini ülkesinde yabancı hissetmek
duygusu beni öldürdü.
Kendi topraklarında düşmanla ve düşman işgaliyle, ilk
defa böyle karşılaşıyor. Ve anlıyorlar ki burada onlar hakim değildir.
Cepheden dönmüşken Edirne’ye de gidiyor Aydemir. Ama
orası da işgal altında. İtalyan kıtaları, şehrin içine yerleşmekten korkmuş
şehir dışında eski tabyalara dolmuşlar. İtalyanlar kimseye saldırmıyorlarmış.
Kalabalık devriye kolları şehir içinde, ana caddelerde dolaşıyorlarmış.
O sıralarda Azerbaycan hükümeti Türkiye hükümetinden
hocalar istiyor. Bu imkan onun Kafkasya özlemini uyandırıyor.
Edirne’den arkadaşları onu Turan’a gönderilecek bir
elçi gibi uğurluyorlar.
Bir İtalyan vapuru ile İstanbul’dan yola çıkıyor.
Karadeniz’de vapur Anadolu kıyıları boyunca yol alıyor ve bazı şehirlere
uğruyor.
Buralarda yeni bir idarenin gelişmeye başladığını
görüyor, içten içe bir mücadele başlamıştır.
Gerek bu iskele şehirlerinde dolaşırken gerek vapur
kendi kıyılarımız boyunca yol alırken düşüncelere dalıyor. Ve şöyle bir duyguya
kapılıyor.
Acaba
bu yolculuğa çıkmakla, kendi topraklarımızda, başlayan mücadeleden kaçmış olmuyor
muyum?
**
Bu değerli kitabı inanılmaz bir hızla okuyup bitirdim.
Basitçe bir otobiyografi denilip geçilemeyecek derecede
bilgilendirici, Balkan harbi ve birinci dünya savaşı ardından Türkiye’nin kendi
kurtuluş savaşını vermesiyle bitmeyen bazı maceracı, zamanın modasına uygun
olarak bıyıklarını yukarıya doğru kıvıran, saraya damat olma peşinde koşan,
yakışıklı ve otuzlu yaşlarda general rütbelerine terfi ederek, henüz derin bir
saha tecrübesi edinmeden,
Bir Türk ülküsü peşinde maceralar arayan ve bu uğurda
binlerce vatan evladını donarak ölmeye mecbur eden sonunda kendilerini de
hedefe koyan o komutanların iç yüzlerinin aydınlandığı bu değerli kitapta,
Türk kurtuluş savaşı sonrası kurulan genç Cumhuriyet
kadrolarında görev alan, bu konuda çalışan doğru yolda ilerlemiş bir adam.
Kendisine, ‘’Suyu Arayan Adam’’ diyor. Ve bıkmıyor.
Yazarın tekrar Kafkasya’ya dönüş kararına kadar olan
kısmını sizlere kendi cümlelerimle anlatmaya çalıştım.
Kitabın geri kalan kısmı, yazarımızın Azerbaycan,
Moskova izlenimleri ile Türkiye’ye dönüşü ve ilan edilmiş Cumhuriyet ile
Atatürk inkılaplarına olan katkıları ile kurduğu ‘’KADRO’’ isimli toplulukla
birlikte aylık çıkarttıkları dergi ve bu derginin kapatılış hikayesini
anlatmaya yine bu ay içinde ikinci bir yazıyla devam etmek istiyorum.
Saygılarımla.
ÖZDENER GÜLERYÜZ
Şevket Süreyya Aydemir'in "Suyu Arayan Adam" kitabını duymuştum. Fakat alıp okumak kısmet olmamıştı.
YanıtlaSilBu yazınızı çok beğendim.
Osmanlı'nın parçalanıp dağıldığı zamanlar gerçekten de çok hazin hikayelerle doludur. Şu kısacık yazınızı okurken bayağı duygulandım.
Kaleminize sağlık olsun.
Murat bey ben de bildiğim ama okumadığım bu kitabı nihayet aldım ve elime aldığım andan itibaren çok büyük bir eksikliğin içinde olduğumu fark ettim kitap bana bunu kendisi hissettirdi. Çok hızlı bir şekilde okudum okurken çok düşündüm neredeyse altını çizmediğim satırı kalmadı diyebilirim. Kitap bittiğinde bir yapı taşının yerine oturması gibi tamamlandım. Çok teşekkür ederim yorumunuz için. Saygılar.
Sil