ÇOCUĞUM! SEN ZAVALLI BİR YOLCUSUN. VE YOLCULUĞUN, SAPTIĞIN ÇÖLÜN KUMLARI İÇİNDE SUSUZLUKLA SONA ERECEKTİR.(2)
Gerçekte Turan, uçsuz bucaksız mesafelerdir.
Tarihinde hiçbir zaman birleşmemiş olan, uçsuz bucaksız enginlik – Cengiz’in
(1167 – 1227) kurduğu
ve bir ara 44 milyon kilometre karelik bir alana yayılan imparatorluğun ve Cengiz’in
ölümünden sonra bu saltanata mirasçı olan dört büyük devletin hikayesi ile meşhur Moğol Sulhu devrini düşünüyorum. O devir ki,
gerek kurucusu, gerek mirasçıları, Turan edebiyatında, bizim atalarımız olarak
anılırdı. Ama tarihte eşi
olmayan bu geniş
imparatorluk, o zaman da bana her nedense bir birlik gibi görünmezdi ve Moğol’u nedense Türk
saymazdım – Hatta coğrafi bir birlik bile değil. Bu uçsuz bucaksız enginlik içinde şimdi Altaylara, Kara kuruma,
Altın dağa ulaşmak için hayal gücü yetmez. Şimdi dünyanın çarkını, buhar ve elektrik döndürüyor. Bunları ise kütüphaneler, üniversiteler besler.
Göynük
köyündeki medresen bu derya içinde, haydi bir katre olsun diyelim. Fakat senin
odanda yalnız bir sandık kitap var! Kafanın içindeki bilgiler ise, o
kitaplardan da azdır.
Çocuğum! Sen zavallı bir yolcusun.
Ve yolculuğun,
saptığın çölün kumları içinde, susuzluktan sona
erecektir.
Suyu Arayan Adam’dan.
İstanbul’dan Azerbaycan’a gitmiş olan Türk muallimleri, tek tük istisnalar olsa bile, daha ilk günden kaybolmuşlardı. Oysa Azerbaycan şehirlerinde, geleceklerini çoktan duydukları Türk hocalarını bekliyorlardı.
Suyu arayan adam, Şevket Süreyya maarif
yetkililerinden kendisine taşrada ve kabilse memleketin en uzak yerinde bir
görev vermelerini istiyor. Yetkililer şaşırıp heyecanlanıyor.
Bakü’dan başka yerde Türk muallimi olmadığını
söylüyorlar. İdealist muallimlere daha çok ihtiyaç olduğunu ifade ediyorlar.
-İsminiz neydi? Diye soran görevliye, ‘’Aydemir’’
diyor.
O günden sonra onun adı Aydemir oldu. O artık
Turandaydı ve o da bir Aydemir’di.
Nuha’yı anlatırken küçük bir Bursa diye başlıyor
anlatmaya. Uludağ’ın bağrına nasıl sokulmuşsa Bursa, Nuha’da Kafkas dağlarının
eteklerine sarılmıştır diyor.
Bursa gibi ipek şehridir, Bursa’nın Nilüfer çayına
bakması gibi Şeki de Alazan vadisine bakmakta, eski kale, yahut eski Şeki
hanlarının konağı şehre hakimdir.
Çarlığın kışlaları ve hapishane bu kalenin içindedir.
Azerbaycan tarihinde hiçbir zaman tam manasıyla
bağımsız, toplu bir devlet hayatı yaşamamıştı. Şimdi devletini kendi idealist
çocuklarının gayretiyle kurmaya çalışıyordu. Bu devletin diğer Türk ülkeleriyle
bağlılığını biliyorlardı. Hatta o zaman milli marş gibi söylenen bir şarkıda bu
sözler vardı.
Türkistan
yelleri öpüp alnını,
Şarkılar söylüyor sana bayrağım,
Üç
rengin aksini Kozgun denizleri
Armağan yolla sen yâre bayrağım..
Zaman ilerledikçe bu inançlarının zayıfladığını,
sarsıntılar geçirdiğini hissediyor. Yavaş yavaş fakat her gün biraz daha iyi
anlıyor ki, kafalarında yıllardan beri yaşattıkları hayal yapısının
gerçekleşmesi için daha birçok unsurları eksiktir.
Büyük Turan, bir illüzyon bir hayal yapısı, bir his
manzumesi olarak ne kadar güzel, ne kadar çekiciydi?
Yoksa Turan, maddi bir inşa davası değil de, yalnız
manevi bir ülkü müydü? Hiçbir zaman ulaşılamayacak hayali bir ülkünün adı
mıydı?
Ziya Gökalp’e göre de uzak bir ülke, bir ülküydü.
Nuha’ya giren Kızılordu’nun bu girişini kalenin
karşısındaki parktan sonuna kadar izliyor Aydemir. ‘’Bu bir ordu hareketinden
ziyade bir göç, başıboş bir sel akıntısıydı.’’ diyor.
Oturduğu eve, ‘’Yaşlarımız arasındaki yakınlık bir
tarafa bırakılırsa kıyafetlerimiz arasında benzerlik yoktu’’ diye tanımladığı
hem Kızıl ordu hem Bolşevik diye ifade ettiği bir adam geliyor.
‘’Ben de burada kalacağım’’ diyor. İşte böylece ilk
defa bir Bolşevikle tanışıyor.
Bunlar kurtarıcı iseler kimi kimden kurtarıyorlar?
Yahut ta getirdikleri din neydi?
Buralarda yapacak ne işim kalmıştır? Diye geçiriyor
aklından.
Bu hareket, Azerbaycan’ı eski Çar Rusya’sının bir
parçası sayıyordu, hele onun petrollerine, kuzeyde çok ihtiyaç vardı. Rusya’da
üretim tekniği, hemen hemen petrole göre kurulmuştu ve petrol Azerbaycan’da
vardı. O halde mazlum Azerbaycan’ın kurtarılması gerekiyordu, Şimdi
Azerbaycan’ı kurtarıyorlardı.
**
Adına ‘’Türkiye Komünist Fırkası’’ denilen bir teşkilatın
ilk kongresi 10 Eylül 1920’de Bakü’de toplanıyor. Her birinin Komünistlik
anlayışı başka olan ortalığı dolduran topluluk aslında, Rus ihtilali üzerine
başıboş bırakılan ve memlekete dönmek için yol ve çare arayan harp esiri Türk
askerleriydi.
Dr. Neriman, Azerbaycan’ın az sayıdaki aydınlarından
birisiydi. Ciddi güven uyandıran bir insandır. Bir nevi devlet reisliği demek
olan devlet icra komitesi başkanlığına getiriliyor.
Azerbaycan’ın neden Sovyetleştirildiğini, evvela onun
nutuklarından dinlemiş olduk diyor Aydemir.
Aslında, Azerbaycan’da alınyazısını toprağın üstü
değil altı tayin ediyordu. Bu neft ( petrol ) burada kaynadıkça, halk ona
değil, o halka kumanda edecektir. Azerbaycan halkı bu çıkan neftten sadece bir
idare lambasını dolduracak kadar hak alacak, Ama bütün Rusya’da hayat bu nefte
göre ayarlanacaktı.
Memleketinden güzel hayallerle çıkan Aydemir, kendini
adsız olarak görüyor, Turanda bahtını arayacakken, şu an önünde koca bir
belirsizlik vardı.
Gayesiz maksatsız başıboş birçok yerler dolaşıyordu.
Hazar denizi ile Karadeniz arasında bir ortaçağ şövalyesine dönmüştü.
Rusya’da bir Üniversitenin bir bölümüne kayıt oluyor
Aydemir.
Biz Türkler, ormanı pek tanımayız. Hatta pek sevmeyiz
de. Bu bizim atalarımızın, orman olan yerde sere serpe sürülerini yayamadıkları
için midir bilinmez ama Ruslar da sürüyü, yaylayı ve bozkırı anlamazlar.
Onların efsanelerinde bozkır tanrıları, yayla masalları yoktur.
Burada tartışmalarda kavgacı Nazım Hikmet ( Coşkun
duygularının eseri olarak oralara gelmiştir Aydemir’e göre) Ve ayrıca da kısaca
kendisine Va – Nu denilen Vala Nurettin ile birliktedir artık. Bu ikisi
birlikte İstanbul’dan Anadolu’ya kaçmış birinci dünya harbini takip eden
yıllarda, benzerleri her memlekette bulunan, hadiseleri daha ziyade hissi bir
sosyalizm zaviyesinden gören kimselerdir.
Rusya Üniversite hayatını, okulun işleyişini ve
doğadaki tecrübelerini epeyce ilgi çekici satırlarla destansı şekilde anlatır
uzun uzun.
Ve ilave eder, Rus ruhu, Avrupalı olmaktan ziyade
Asyalı vasıflar taşır. Asya ruhu ile kolayca bağdaşır. Mistisizm, Rus ruhunun,
Amerikalıların zerrece anlamadığı ve değerlendirmediği Asya mistisizmi, Rus
hatta komünist Rus için bir müşterek ruh yapısıdır.
Her şeyden bir anda vazgeçip gemiyle İstanbul’a döner
Aydemir.
Çok yadırgadığı İstanbul’a ve İstanbul’da kendisini ne
kadar yabancı bulduğunu etrafını saran şeylerin onu hiç heyecanlandırmadığını
yazıyor.
Kendini bir otomat olarak tanımlıyor artık.
Tanıdıkları ona şaşıyor, hatta ondan kaçıyorlardı.
Beşiktaş’ta harap bir ilk mektebinde ( Barbaros
Hayrettin İlkokulu) hocalık yapıyor bir süre. Geceleri kuytu işçi kahvelerinde
oturuyor.
Ve elbette o sıralarda istiklal mahkemeleri durmadan
yoğun çalışıyor. Bir gece kaldığı evin sarıldığını hissediyor ve tutuklanıp
Ankara’ya götürülüyor.
Şapka devrimi yeni yapılmış henüz kanunlaşmamışken,
İstiklal mahkemesi başkanı kendi başında kalpakla, hasır şapka giyen bir
tutukluya, bağırıp, azarlarken hatta tekme tokat mahkemede girişirken, bazı
gazetecilerin şapka giymeye başladıkları görülmekteydi.
Kendisiyle birlikte tutuklananlara sıra ile cezaları
açıklandı ve ona sadece duyulan şüpheler yüzünden ve ne olduğu bilinmediğinden,
on yıl hapis cezası verildi.
1926 yılında Cumhuriyetin üçüncü yıldönümü şerefine af
çıkarıldı ve serbest kaldı.
Moskova’dan İstanbul’a dönen otomat artık ölmüştü.
Anadolu gerçeği, realitesi üzerine düşünecekti.
Anadolu’da
toprakla kadının, sanki sahibi belli değilmiş gibi, kavgalar hep bunlar
etrafında çıkar. Bu da bizim henüz yerleşememiş olmamızdan gelir.
İkinci bir tevkif geliyor ardından ama yapılan
mahkemeler sonunda beraat ediyor Aydemir.
Dikkat çekici olan bu mahkemelerde kendisini inanılmaz
rahat ve düzgün cümlelerle geniş bir bilgi dağarcığıyla savunması olup,
mahkemeyi etkilemiş olmasıdır.
O sıralarda yeni genç Cumhuriyetin devlet kadrolarında
Şevket Süreyya Aydemir gibi donanımlı insanlara ihtiyacı vardır. Bunu fark eden
devlet kadroları Aydemir’i milli eğitimde teknik okullardan sorumlu müdür
yardımcılığına getiriyorlar.
Ankara’da, ilan edilmiş Cumhuriyet ve ardından gelmesi
gereken inkılaplar serisi çalışmalarında, Türk inkılabının devam etmekle
kalmayıp onu dünya tarihi için ve dünya ölçüsünde bir manası olduğu,
inkılabımızın, bütün bize benzer memleketler için müşterek esaslar taşıdığı
fikri, herkeste bazı şüpheler uyandırıyordu.
Ayrıca 1929 dünya iktisat buhranı kapıdaydı.
Önümüzde iki yol vardı diyor Aydemir; Manevi bakımdan
Türk inkılabının heyecanını harekete geçirmek ve ardından da, Maddi bakımdan,
hem milli gücü seferber etmek, hem de dünya buhranının sudan ucuz hale
düşürdüğü teknik vasıtaları ve personeli vadeli olarak çekerek, kendi teknik
gelişmemizi sağlamak.
Bu arada Atatürk’le de yakından tanışıp fikir
alışverişinde bulunup birçok toplantıda onu dinliyor Aydemir.
Sonrasında kadro adında, yaşanan inkılabın tarih
içinde yeri ve çağımıza değerler işlenmezse, yeni inkılabımızın ideolojisi, bir
doktrin, inkılapçı ve önder bir kadronun, memleket ve dünya görüşü haline
getirilmezse, bu inkılap er geç bir oligarşiye kayabilir mi? diye bir görüş
ortaya atılıyor.
Ne yazık ki bu sorunun cevabı ‘’evet’’ olarak
beliriyor.
Buna karşılık Türk inkılabının niteliği ve bir inkılap
ideolojisinin prensiplerini aydınlatmaya yönelik hazırlanan bir tez, tam da o
sıralarda Atatürk’e sunuluyor.
Atatürk bu tezi ‘’değerli bir eser’’ olarak
değerlendiriyor. Adına ‘’Kadrocular’’ denilen ve altı kişiden oluşan bu
kadronun çalışmaları öyle halk kitlelerine ulaşmıyor. ‘’İnkılap ve Kadro’’
adıyla bir kitapta yayınlanıyor.
Bir dergi çıkarıyor kadrocular. Bu dergiye hepsi
yazılar yazıyorlar bu yazılar hem yurtta hem de dışarda yankılar yapıyor.
Aboneleri oluyor hatta Atatürk ve İnönü de bu dergiye abone olup aylık
ücretlerini muntazam ödüyorlar.
İsmet İnönü de dergide bazı yazılar yazıyor.
Kadrocular kimdir derseniz, Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
İsmail Hüsrev Tökin, Vedat Nedim Tör, Burhan Belge, Şevki Yazman, Şevket
Süreyya Aydemir.
Bazılarına göre Kadro Komünistti. Onlarsa Vatan ve
Millet sevgisinin söz götürmez temsilcileriydiler.
Kadro kendisini müdafaa ediyor, ithamlardan yılmıyor
sadece inkılabın emrinde sayıyordu kendini.
İşin ilginç tarafı bu yayınlar yani Kadro dergisi
sadece o yılların tek partisi Cumhuriyet Halk Partisi içine onun yönetimine ve
milletvekillerine hitap ediyordu.
Derginin ilk sayısı 23 Ocak 1932’de çıktı. 36. Sayıda
(Ocak 1936 ) yayınına son verdi. Başta Recep Peker tarafından olmak üzere,
Kemalizmi değiştirmek istemekle suçlandılar.
Dergi Yakup Kadri’nin Tiran Elçiliğine atanmasıyla yayınlarına son verdi. (Daha sonra Yakup Kadri, ‘’Zoraki Diplomat’’ isimli kitabını yazarak bunu durumu bir bakıma protesto etti.)
Aydemir, 1 – 36 sayılar arasında 55 yazı yazdı, Falih
Rıfkı Atay 4 yazı yazdı, Yakup Kadri 42 yazı yazdı, İsmet İnönü bir yazı yazdı,
Behçet Kemal Çağlar bir yazı yazdı.
Atatürk Kadroya destek veriyordu. Yazı anlamında bir
katkısı olmadı. İsmet İnönü’nün yazısının yayınlandığı Ekim 1933 tarihli özel
sayıda M. Kemal olarak destek demeci bulunmakta.
**
SUYU ARAYAN
ADAMIN HİKAYESİNİN SONU.
Tam da Stoacılık konusunda kitaplar okuyarak bilgi ve
deneyimlerimi artırma çabası içinde çabalarken, yaşamıma da Stoacılık
uygulamalarını sokmaya çalışırken, Suyu Arayan Adamın son bölümüne geldiğimde
beni yerinden zıplatan bir başlık cümlesiyle karşılaşmış olmam çok mutlu etti
beni.
‘’Epiktetos’un Kandili’’ başlığı son bölümde
heyecanımı artırdı. Kadro dergisi artık kapatılmış, dergiyi kuran ve yazı
yazanlar devlet kadrolarından uzaklaştırılmış, bazıları yurt dışına elçi olarak
atanmıştır. Aydemir diyor ki,
‘’Bu kararı duyduğumda az çok üzüntüyle karışık olsa
bile, bir iç rahatlığı oldu. Üzüntü daha ziyade, insanın bağlandığı bir çalışma
nizamından, zevk duyduğu birtakım işlerden ayrılmasından ve nihayet elle tutulur
birtakım sebeplerden gelen bir histi.’’
Bu yolun artık sona ermesi gerektiğini anlamış,
yolculuğunun gayesi kalmamıştır.
Zaten aslında da hiçbir zaman manasını bulamamıştı. Onun
hayat hikayesi, her zaman rüzgara tabi bir bocalayıştı. Hatta buna bir yolculuk
bile denemezdi. Bir o yana bir bu yana çarpa çarpa sürüklenip durduğu bir
durumdu. Hem de hep meçhule doğru, daima irade dışı.
Hem belki de bu hayat, sadece tesadüflerin eseridir. Yahut
da kaderimiz, belki de biz doğmadan önce biçilmiştir. Biz kendimizde bir irade
ve bir hürriyet payı tasavvur ediyoruz ama belki bunlar o kadar da övünülecek
şeyler değildir. Yahut bu nasibimizde biz, belki de bir eski Roma sirkindeki
gladyatörler gibiyiz.
Hürriyetlerimizin sınırı, etrafımızdaki demir
parmaklıklarla çevrilmiştir.
Hayatımız ise Sezar’ın bir parmak işaretine bağlıdır.
Ama gladyatör her defasında kendini sanki kendi idare eden bir kahraman sayar
ve bu haliyle övünür.
‘’Ey Sezar, Uğrunda ölecek olanlar, seni
selamlıyorlar!’’ Diye bağırarak arenaya çıkar.
Kiminle ve ne için çarpıştığını bilmeden, boğazlaşır
durur.
Bu kitapta, düşündüklerim ile okuduklarımın bu denli
üst üste gelerek hiçbir açıklık ve boşluk bırakmadan beni hayretler içinde
bırakmış olmasını büyük bir ders olarak kabul ettim.
‘’Tanrı’nın bize verdiği en büyük nimet, sahip
olduğumuz halde, sahip olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, bir gün kendimizde
bulmaktır.
Acaba aradığımız Su, kendi içimizde varlığını
bilmediğimiz bu kudretlere, bir gün kavuşmak özlemi olamaz mı?
Niçin olmasın!
Saygılarımla.
ÖZDENER GÜLERYÜZ.
Her iki yazınızı da okudum. Şevket Süreyya Aydemir’i “Tek Adam” ve “İkinci Adam” kitaplarından hatırlıyorum, çocukluğumdan. Bu kitabı da sayenizde öğrenmiş oldum ve okumak istedim. Güzel yazılar için emeğinize sağlık. Suyu buldu mu bilmiyoruz ama, sayenizde görünür oldu. Ruhu şad olsun. 🌸
YanıtlaSilFeryal hanım suyu bulamadığını ancak bu durumun, insanın içindeki içsel arzu, varlığı bilinmez enerji ve kudretlere ulaşma isteği olup olmadığını sorgulama noktasında beni de çok şaşırtan umutsuzca sarıldığı, kitabın son bölümünde, ''EPİKTETOS'UN KANDİLİ'' başlığıyla, Stoacılık söylemlerini tekrarladığını görüyoruz. Bana göre de muhteşem bir otobiyografi. Çok teşekkürler ve saygılar.
SilBen de, şu kısacık yazıları okuduktan Şevket Süreyya Aydemir'in suyu bulamadığı kanaati oluştu. Azerbaycanda umduğunu bulamamış. İstanbula dönünce de işgalden dolayı hayal kırıklığına uğramış. Daha sonra da tahminimce komünist kafayı terk etmiş ve Atatürk'ün Cumhuriyet değerlerine bağlanmış.
YanıtlaSilAydınlatı yazınız için teşekkür ediyorum.
Murat bey evet tespitleriniz doğru. çok teşekkürler ve sağlıklar dilerim.
Sil