ALTMIŞ SEKİZ KUŞAĞININ, KAOTİK ZAMANDAKİ ''YETMİŞ BEŞ DÖNEMECİ'' SIKINTISI VE STOACI FELSEFE ÜZERİNE.

 


 

 

 

        


        ‘’Bana, günün kıymetini bilen, her gün ölmekte olduğunun farkında olan bir kişi bile gösterebilir misin kendi zamanı için fiyat biçebilecek? Ölümün bize gelecekte geleceği yanılgısına düşüyoruz ama ölümün çoğu bizi geçti bile, çünkü geçirdiğimiz hayat zaten ölümün pençesinde. ‘’

 

                                                    SENECA

 

 

 

        Altmış Sekiz kuşağı temsilcisi insanların, şu an yaşamakta olan kısmının, içinde bulunduğumuz yüz yılda önlerindeki en önemli yıllarının, ömürlerinin  ‘’Yetmiş Beş Dönemeci’’ diye isimlendirilmiş kısmı olduğu vurgulanıyor.

**

‘’1960'lı yılların içinde bulunduğu ve tüm dünyada esen özgürlük akımından ve savaş karşıtlığından etkilenmiş ve Türkiye'de 60 gençliğinin oluşturduğu bir akım olarak bilinir.

Aynı dönemde kapitalist birçok ülkede ve özellikle ABD’de sisteme aykırı hareketleriyle ön plana çıkan hippiler gibi özgürlükçü ve anti militarist akımlar oluşmuştu.’’  

**

Olmasını, hiç istemediğimiz bir virüs salgını veya diğer enfeksiyon hastalıkları dışında, olabilecek başkaca bir nedenle ölüm riskiyle karşılaşma ihtimali olan yıllar olarak tanımlanıyor bu dönemeç.  

Biliyorum, içinde bulunduğum kuşak ile ilgili güzel bir betimleme ve bir yazıya giriş bölümü değil bu.

Ancak acı bir gerçek.




Benim gibi düşüncelerini belli süreçler içinde oturup yazan ve bu yazma süresince de neredeyse Dünya’dan kopan ve büyük bir dikkat, özen, emek harcayan birisi için kolay olmayan ama ön uyarıcı niteliği açısından yapılması gereken bir görev oldu.

Bu kuşağın temsilcileri, en özgür şartlarda, sokaktaki oyunlarda defalarca düşme nedeniyle hiç eksilmeyen, kabuk bağlamış diz yaraları ile el, yüz ve gözlerindeki kir pas ile akşam evlerine girinceye kadar kızlı erkekli oyun arkadaşlarıyla en değerli bağları kurdular, oyunlar oynadılar ve özgürce çocukluklar yaşadılar zamanında.

Çok değerli ve unutulmaz sıkı arkadaşlıkları vardı onların.

Evlerinde aileleriyle birlikte toplanıp yer sofrasında önlerine konanları yiyecek seçmeden iştahla yediler yemeklerini ve neşeyle.

Okullara gittiler onlar da zamanında.

Güleç yüzlü öğretmenleri, Cumhuriyet dönemi müfredatları dahilinde, derslerini dinle ilgili gerekleri de göz ardı etmeden, belirli bir kesimin, din akımlarının etkisinde olmadan ve hiçbir zaman tahrif etmeden akıl ve mantıkla yoğurup anlayacakları şekilde anlattı onlara.

Bu satırlardan sonra kendimi de dahil ederek dile getirsem daha güzel olacak.

Hepimiz, ilerleyen yıllarda belirli meslek gruplarına yönelip, öğrenim hayatımızda aldığımız alt yapıyla, ülkemize hizmetler ettik ve çalıştık.

Sonuçta bu çalışmalarımızın karşılığında bazen çok farklı durumlarla da karşılaştık.

Aslında kuşağımızın farkında olduğu ve zaman içinde iktidara gelen bazı siyasal partilerin de, bile isteye sözüm ona ülkenin ve halkın yararına davranıyorlarmış gibi yaparak, ülkemiz dışında, ülkemizin geleceğini yazanlara teslim oldukları uzunca bir dönem yaşadık.

Coğrafi konum ve stratejik önemi nedeniyle;

Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmak istediklerinde, Türkiye ve Türkler için yeni planda, önlerinde gördükleri en büyük engel işte bu yukarıda özetlemeye çalıştığım alt yapı özellikleriyle,  

Kurtuluş savaşı veren, Türkiye Cumhuriyetini kuran, M. Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının savaş sonrası oluşturdukları, Cumhuriyetimizin kendi içindeki kurumlar arası denetim ve kontrol mekanizması olmuştur.

Türkiye’yi topla tüfekle zapt edemeyen emperyalist ülkeler taktik değiştirip kendi ileri uç karakolları gibi hareket eden tarikat ve cemaatleri kurup beslediler.

Zamanla palazlanan bu yapılar iktidarlarla kol kola, tüm kurumların içine sızarak ne yazık ki, günümüzde Cumhuriyet ve Laiklik ilkelerinin altını oydular.

Zamanında aldığımız güçlü eğitim ve farkındalığımız nedeniyle, bizim dışımızda olanları anladığımızda bile, içimizdeki ülke, Atatürk ve Cumhuriyet temelli düşünceler değiştirilemedi.

O nedenle de bizlere farklı davranmaya bizi dağıtmaya, sürmeye ve dışlamaya başladılar.

Biz de birçok arkadaşlarımız gibi görüşlerimiz nedeniyle bu dışlanma ve sürülmelerden nasibimizi aldık.

Güneydoğu illerinden birine sürüldüğümüzde halen vatanımız sınırlarında olduğumuz gerçeğini unutmayıp dört elle işlerimize sarıldık.

Oralara sürülen ve son derece kızan ve hazmedemeyen insanların verilen işleri yapmadıklarını, yapmayacaklarını söylediklerini, ‘’Buradan daha kötü bir yer varsa beni oraya sürün’’ dediklerini duyduk kulaklarımızla. O insanları ayıpladık. İşlerimizi yaparken yüksek derecede başarılar sağladık ve terfiler aldık.

En önemlisi de o güzel Güneydoğu şehrinin insanlarını sevdik hala devam eden dostluklar kurduk hala da devam ettiriyoruz.

Bize bizdenmiş gibi görünen ama ülkemizde her kurumda maalesef örümcek ağı gibi sarmal olan, ayrıca okullarda da yaygınlaşan değişik bir din eksenli cemaat ve tarikatlar vardı biz bunların farkındaydık onları görüyorduk.

Bu da yetmedi aldığımız nefesi kontrol etmek için ardımıza bizden bilgi alan, gözleyen ve gerekli yerlere ileten yabancı olmadığımız bildik insanları takarak bize yakın tuttular.

Ülkemizde yaşanan siyasi çalkantılar, askeri darbeler sık sık değişen hükümetler ve bu hükümetlerin kendi siyasi anlayış ve doktrinlerine göre de değişmeyerek kendi içimizde temelde aldığımız Atatürkçü, Laik ve Cumhuriyet İlkelerine bağlı olma düsturunu hep koruduk o korkunç akımlardan geri durduk.

Ve onlara soğuk durarak görüşlerini reddettiğimizi belli ettik.

Askeri darbe dönemlerinde bile gücü, iktidarı elinde bulunduran insanlar bu içimizde kanser belirtisi gösteren yapılara kapıları kapatmadılar.  

Siyasiler de onlarla kol kola, yanak yanağa oldular, zaten istenen de buydu.

Üzerimizdeki başarıları, sonunda bizi bıktırarak, yıldırarak devlet sektöründen istifa ettirmeleri oldu.

O zamanın şartlarına göre istifa ettiğimiz kurumun kuruluş, işleyiş, yetki kullanma becerisi, devlet kadrolarında, üniversitenin verdiği yönetim becerilerinden öte tecrübe ile gerçek mühendislik sevk ve idaresi kazanma gibi özel sektörde çok aranan özelliklerimiz vardı.

Özel sektörün bizi sahiplenmesi uzun sürmedi bu nedenle. Bulunduğumuz seviyenin en güzel şartlarıyla üst düzey maaşlarla iş bulabildik, kendimize güvenimiz çok yüksekti.

Özel sektörün hala da devam ettiğini düşündüğüm en büyük sorunu, kendisine itaat edilmekten öte tapılması gerektiğini, sizi baldırından doğurduğunu düşünen küçük ‘’Tanrı Zeuslarla’’ dolu oluşudur bana göre.

Oralardan da bu nedenle zamanı gelince çeker gidersiniz hatta gönderilirsiniz.

Bizler de zamanı gelince, emekli olarak yaşamlarımızı sürdürmeye başladık.

O korkunç yapılar, bizlerin emekli dönemlerimizde de ortalıktaydılar, hatta daha da güçlüydüler.

Her birimiz dönüp kendimize baktığımızda korkunç bir şekilde yalnızlaşıp artık yaşlanma dönemimizde, sadece göstermelik seçimlerde gidip sandığa tek bir oy atan yaşlı bireyler haline getirilmiş olduğumuzu gördük.

Adına seçim denilen olgu, ülkemizde son zamanlarda seçim sonrası iktidarı hep birlikte alkışlayarak, elbirliğiyle yoluna devam etmesini sağlayan bir şeye, yani seçim ötesi başka bir duruma dönüştü.

Şimdi artık bizim için sandığa gitmek ağır bir yük.

Yetişkin çocuklarımız ve birçoğumuzun torunları da bulunuyor şimdi.

Bundan sonraki üzüntümüz sadece onların geleceklerinde nasıl bir yaşam sürecekleri ve mutlu olup olamayacaklarıdır.

Kendimden biliyorum ki, artık bize, geçmekte olan zamanda bazı yaşanmışlıklarımız ağır gelmekte.

Hatta öyle ki bazen dünyada olmaktan hiç zevk almadığımız anlar bulunuyor.

Maddi durumlarımız çok iyi, orta derece ya da zayıf olabilir. Bundan söz etmiyorum.

Bir kısmımızın bizden önce sakince şu bahsettiğim Yetmiş Beş dönemecini yavaşça dönüp yollarına sağlıklı devam ettiklerini biliyorum.

Bir kısmımız da gittikçe bize doğru yaklaşan o dönüşün farkında olmaya bilir belki kendime ve onlara buradan seslenmek adına konuya dikkat çekmek istedim.

Süregelen yaşam şartları, birçoğumuzun tahammül sınırlarını aşan ülkemizin siyasi, ekonomik, toplumsal olgularının gelecekteki gelişimleri ve etkileşimleriyle ilgili dayanma gücümüzün azalması nedeniyle çok değişken duygular ve eskiye duyduğumuz özlemle;

Tüm bu hislerimiz çerçevesinde insanlarla olan ilişkilerimizde meydana gelen azalma, gün geçtikçe kendimize doğru bir dönüş, geri çekilme, duygusallaşma, üzüntüleri derinden duyumsama ve yaşama halleriyle bunları çok yakın olduğumuz arkadaşlarımızla bile konuşamamanın getirdiği derin yalnızlık hissiyatı içinde kaldık.

**

Diyordu ki, uyarı gibi algıladığım değerli, takip ettiğim astroloğun, yeni yıla girerken kendi hesabından İki Bin Yirmi Beş yılıyla ilgili değerlendirmede;

‘’Şimdi feda edecekleriniz, size kendinizi kazandırabilir. Feda edemedikleriniz yolunuzu kaybettirebilir.

Gerçekçi bir gözle değerlendirme zamanı geldi.

Gerçekten gerekli olanları görmek kendimizle açık kalple bir konuşma mantıklı ve gerçekçi olmak.

Hayat gül bahçesi vadetmez.

Oğlak enerjisi, ‘’RAĞMEN YAPMANIN’’ zirvesi.

Yapılması gerekenleri saptarsak önümüz açılır. Geri dönüp bakmamak, oyalanmamak gerek.

Her seçiş bir vazgeçiştir. Vazgeçmek kurban vermektir. Karar alamayan insan kurban vermekten kaçar ama o zaman da kendini koşullara kurban eder.

Resetlenme yılı 2025.

Yeni bir format.

Adil bir kalp, kibirsiz ama onurlu bir duruş; Zamansız değerlerdir ve her daim yolu bulmanızı kolaylaştırır.’’

 

**

Bundan sonrasında bizlerin, yakında Yetmiş Beş Yaş dönemecine gireceklerin ne yapacağımızla ilgili çözüm önerilerimi merak ederseniz size söyleyebileceğim;

Eğer dünyadan hızla uzaklaşan bir uzay gemisinin içinde, sürgülü bir çekmecede boylu boyunca dondurulmuş ve Üç Bin Yirmi Beş yılında tekrar dünyaya getirilmek ve her hangi bir yerine bırakılıp ‘’Yeniden Dünyaya Gelmek’’ gibi bir seçeneğiniz ve tercihiniz ve de olanağınız bulunuyorsa bana da haber verin elbette.

Bu benim de içsel hayalim.

Eğer böyle bir imkanınız yoksa geriye tek bir çıkar yol kalıyor.

Antik Yunan Felsefe okullarında başlayan, Roma’da zirvesine ulaşan, Türkiye doğumlu, filozof Epiktetos’un  ( MS 55 – MS135) , en iyi savunmacılarından olan Stoacı Felsefe görüşünü günümüze uyarlayarak geriye kalan yaşamınızı bu çerçevede yaşamaya başlamak.





Eskiden beri ilgimi çeken ve Epiktetos’un ülkemizde Isparta ili Sütçüler ilçesine 20KM uzaktaki Yazılı Kanyon tabiat parkında bulunan, Anadolu’daki en önemli epikrafik buluntu olarak değerlendirilen antik bir kaya üzerine yazılmış ‘’Hür İnsan Şiiri’’ kayasını yakından görmüş birisi olarak,






Son günlerde okuyup bitirdiğim Stoacı görüş felsefesinin günümüzde nasıl uygulanabileceğini anlatan, William B. Irvine, ( 6 Mart 1952 – 72 yaşında. ) ‘nin





‘’Güzel Yaşam Kılavuzu ‘’ isimli kitabı bana artık zaten önceden beri benimsediğim hatta bazı noktalarını da uyguladığım bu felsefeyi daha da yakından günümüze de uygulayarak yaşam tarzım olmasına karar verdim.





Ayrıca bir kitaptan daha söz etmeliyim ki, o da Brıgıt Delaney’in ‘’Kaotik Zamanlarda Stoacı Olmanın Yolları’’ adını taşıyor ve yazımı hazırlarken henüz elimde. Bu kitaptan da gerçekten şu an kaotik bir zaman içinde bulunurken izleyeceğim yolları bana göstermekte.

Stoacı Felsefe bakışı ya da anlayışı ile dünyaya bakmak, Kinik Felsefe ( Son derece katı şekilde sıra dışı, doğaya dönük, materyalist ayrıca harika bir şekilde tuhaflardı.) görüşüne göre daha farklı, insanlara güvensiz ve katı olmak değildir.





Kinik Felsefenin en tuhaf adamı, aşırı cüretkar olan Diyojen, ( MÖ 404 Türkiye) doğumlu olup, eski bir şarap fıçısında yaşar ve Atina pazarında gündüz vakti elinde bir kandille dolaşıp ‘’dürüst bir insan’’ aradığını söylerdi.

Büyük İskender’e de, ‘’Gölge Etme Başka İhsan İstemem’’ dediği söylenir.   





Günümüzde yaşadığımız yaşam şekli bizi bir şeyler düşünmeye teşvik etmemekle kalmıyor bize sonu gelmez eğlenceler sunuyor.

Yaşamınızda bir amaç yoksa tutarlı bir yaşam felsefenizin de olmayacağı kesin.

Hayatımızın asıl amacına yönelik ona erişmemizi sağlayacak bazı stratejilere ihtiyacımız var.

Ayırdına varılması gereken mesele, Stoacılık, bir felsefe olmasının yanında belirgin bir psikolojik bileşene de sahip.

Stoacılar, öfke, endişe, korku, keder, ve haset de dahil, olumsuz duyguların eziyeti altında geçen bir yaşamın iyi sayılmayacağını anladılar.

Stoacılar ‘’DİNGİNLİĞİ’’ yakalamaya çalışmamızı salık verdiler. Yakalayıp sürdürmenin yolları üzerinde de öğütlerde bulundular.

Asıl hedef olarak kendi içlerinde duygularını bastırmak yerine, olumsuz duyguları hayattan bertaraf etmeye yöneldiler. Bunun yanında sorumluluklarımızı yerine getirmenin ve çevremizdekilere yardımcı olmanın önem taşıdığı görüşündeydiler.

Derin bir uykudaysak bizi uyandırmaya çalışan birileri varsa bu bizi sinirlendirir o insana tepki vermemize neden olur. O nedenle bilgilenip, bilinçlenip gerçekleri görmeye başladığınızda, yukarıda bahsettiğim ‘’Yardımcı olma ve uyandırma’’ konusunda fazlaca ileri de gitmeyiniz bence.

Bilgiyi almak isteyen zaten sizi bulacaktır. Uyanmak istemeyeni bırakın yavaşça gitsin.

Okuduğum kitabın yazarı kitabın giriş kısmında, ‘’Antikçağ Stoacıları 21. Yüzyıl insanı için bir kılavuz olarak kitap yazsalardı ortaya nasıl bir kitap çıkardı?’’ diye soruyor ve sonraki sayfaları da bunun üzerine yazdığını vurguluyor.

Stoacılara göre, hayatın getirdiği şeylerden aldığımız keyfi düzenli ve bilinçli olarak sekteye uğratmamız ve bize zevk veren bu şeylerin yitip gitmesi olasılığı üzerine etraflıca düşünmeye vakit ayırmamız gerekir.

Elde etme arzundan mutlak surette sıyrılman ve sadece arzun dahilindeki şeylerden kaçınabilmeyi istemen gerekir. Kimseye karşı öfke, haset ya da acıma beslememelisin.

Stoacı felsefe, bereketli bir tarlaya benzetilir örneğin; Mantık, tarlayı çevreleyen çit, ahlak ürün, fizik ise topraktır. Ürün alamayacak olduktan sonra toprakla ilgilenmenin veya toprağı çitle çevirmenin anlamı yoktur.

Temelde muhakeme yetisini kullanıp ‘’bizleri telaşa ve korkuya düşüren her şeyi’’ defettiğimiz sürece en iyi dinginliğe ulaşabileceğimiz kabul edilir.

Stoacı Felsefe düşüncesini ana hatlarıyla tanımlamaya çalıştım. Kitapta sıkça geçen bir kelime de çok dikkatimi çekti.

‘’ÖZDENETİM’’.

Bir arkadaşım zamanında bana adımın anlam olarak sadece ‘’özünde asker’’ olamayacağını söylemişti.

‘’Peki, ne olabilir?’’ diye sorduğumda da, ‘’Belki de ‘’özünü dener’’ olabileceğini söylemişti.

Dediğini düşündüğümde gerçekten de birçok konuda kendimi denediğimi öne atıldığımı ve bazen de bunun zararını gördüğümü anlamıştım. 

Kitapta dikkatimi çeken ‘’özdenetim’’ kelimesi de belki de bundan sonra kendimi gerçekten denetlemem ve sıkı bir ‘’ÖZDENETİM’’ yapmam konusunda uyarıdır.

Kendimi deneme sürecini geride bırakıp Stoacı Felsefe çerçevesinde, anlık denetimler yaparak tavır almalıydım.

Belki de ‘’ÖZDENETİM’’ yaparak bir ‘’ÖZDEĞER’’ alabilirim kim bilir?

Ayrıca kitapta günümüzde Stoacı Felsefe konusunda tam bir uygulama içinde olabilmek için yazarın hiç değinmediği ‘’Cebimizdeki Telefon’’ konusu da aklıma geldi.

O sıkıntılı dönemece girerken bence yapılabilecek önemli işlerden bir tanesi de, cep telefonu konusunda alacağımız önlemlerdir ne dersiniz?

Artık geldiğimiz yerde elimizde çoğunlukla telefon yerine kitap olmalı diye düşünüyorum ben. 

Bence, bizlerin bu konuda yapabileceği en güzel şey kendi ‘’ÖZDENETİM’’ ‘ini öncelikle cep telefonumuz üzerinde kuracağımız kontrol ile bu konuya başlamak olacaktır.

Yetmiş Beş Yaş Dönemecinde olan ya da yaklaşan tüm Altmış Sekiz kuşağının değerli insanlarına, huzurlu, sağlıklı, mutlu, ÖZDEĞER kazandıkları YAŞ ALMALAR dilerim.

 

Saygılarımla.

 

ÖZDENER GÜLERYÜZ

 

 

 

 

 

 

 

 

  

 

 

 

 

 

 

    


Yorumlar

  1. 75 yaş sınırını geçmiş bir 68 kuşağı ferdi olarak bu güzel makaleyi okurken altmışlı ve yetmişli yıllarda ülkemizde yaşadığımız öğrenci olayları bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti.
    Öncelikle ekmek elden, su gölden geçinip giden altmışlı yılların hippilerinden bu günlerde hâlen hippiliğe devam eden varmıdır? Diye düşünüyorum.
    Doyasıya yaşadığımız çocukluğumuzda, oyuncaklarımızı kendimiz yaptığımız, çocukluk ve bûlu çağlarımızda kankalarımızla geçirdiğimiz muhteşem yaşantılarımızı gözlerimizin önüne getirdiğimizde; Şimdilerde torunlarımızın yaşadıkları AVM hayatlarını gördükçe Anxsaite ye yakalanmamak için beyinlerimizi nasıl deşarj edebilirim diye düşünenlerdenim.
    Büyük İskender gerçekten de büyük adammış. Aşırı cüretkar diyojen'i neden kızdırmış ki?
    Halbuki büyük İskender sadece gayet samimi bir şekilde "Benden bir isteğin var mı?" Diye sormuş.
    Gerçekten de aşırı cüretkarmış şu Diyojen de yani ha.
    Bir düşünsenize Diyojen Almanya'nın Hitler zamanında yaşamış olsaydı ve aynı soruyu Hitler sorsaydı, Diyojen de İskender'e verdiği aynı cevabı Hitler'e verseydi, Diyojen mutlaka soluğu gaz odasında alırdı.
    Veya Diyojen şimdiki zamanda Ülkemizde Ankara da bir şarap fıçısında yaşıyor olsaydı, tesadüfen büyük reis te Diyojen'e aynı soruyu sorsaydı, herhalde ışık hızı ile yaşadığı fıçıdan derdest edilerek kendisini hakim karşısında bulacaktı.
    Vallahi dostlar yeri gelmişken Diyojen ile ilgili olarak bir anım!
    Ankara Atatürk Lisesinde öğrenciyken Felseme Hocama;
    "Hocam, bence Diyojen bir şizofrenmiş" Demiştim.
    Hocam da:
    "bana sorarsanız biraz kaçıkmış" demişti.
    Hocam bana şunu sormuştu:
    "Sen şizofrenin ne olduğunu iyi biliyormusun?"
    "Tabii ki" demiştim.
    Bu gün de yine fıçıda yaşayan ve her gün Atina pazarlarında elinde fenerle sözüm ona dürüst insan arayan Diyojen'in son derece cüretkar, dürüst ve kaliteli bir şizofren olduğu şeklinde söylediğim sözün arkasındayım.
    Şu Stoacılar var ya şu Stoacılar; Bence M.Ö. 300. Yıldan beri uyuyarak seyahat ettikleri uzay gemisinden artık uyanıp, çıkıp bizim ülkemize gelsinler ve bir Stoacılık okulu açsınlar.
    Öyle ya öfke, endişe , korku, keder ve haset de dahil olumsuzluklar ve gelecek endişesiyle yaşayan halka zulüm yapanlara karşı dingin yaşamayı öğretsinler.
    Tekrardan güzel yazılarınız ile buluşmak dileklerimle selam ve sevgiler.
    Murat Severcan

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Değerli arkadaşım, bahsettiğim o zorlu dönemecin bizim açımızdan ne olduğunu tam olarak anlayan birisi olarak candan kutluyorum. Sabırla okuyup içselleştirip hem yüz yüze hem diğer yollardan yorumlar yazıyorsun. Çok teşekkür ederim sana.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

İÇİNİZDE ŞARKI SÖYLEYEN VEYA DÜŞÜNEN ÖZ, HALA YILDIZLARI UZAYA DAĞITAN O İLK AN'IN İÇİNDE DEVİNİYOR MU?

BİREYSEL KÖRLÜKTEN TOPLUMSAL KÖRLÜĞE GEÇİŞİMİZDE ; ''ÖZGÜRLÜK '' VE ''MASUMİYET'' SEMBOLLERİMİZİ ARAMA GİRİŞİMLERİMİZ ÜZERİNE.

PARADİSE LOST- SMYRNA 1922. '' YARALARI KİM DÜŞÜNÜR, ÖLSEM NE GAM!'' : YÜZBAŞI ŞERAFETTİN, 9 EYLÜL 1922