ALTMIŞ SEKİZ KUŞAĞININ, KAOTİK ZAMANDAKİ ''YETMİŞ BEŞ DÖNEMECİ'' SIKINTISI VE STOACI FELSEFE ÜZERİNE.
‘’Bana,
günün kıymetini bilen, her gün ölmekte olduğunun
farkında olan bir kişi bile gösterebilir misin kendi zamanı
için fiyat biçebilecek? Ölümün bize gelecekte geleceği yanılgısına düşüyoruz ama ölümün çoğu bizi geçti bile, çünkü geçirdiğimiz hayat zaten ölümün pençesinde. ‘’
SENECA
Altmış
Sekiz kuşağı temsilcisi insanların, şu an yaşamakta olan kısmının, içinde
bulunduğumuz yüz yılda önlerindeki en önemli yıllarının, ömürlerinin ‘’Yetmiş Beş Dönemeci’’ diye isimlendirilmiş
kısmı olduğu vurgulanıyor.
**
‘’1960'lı yılların içinde
bulunduğu ve tüm dünyada esen özgürlük akımından ve savaş karşıtlığından
etkilenmiş ve Türkiye'de 60 gençliğinin oluşturduğu bir akım olarak
bilinir.
Aynı dönemde kapitalist birçok
ülkede ve özellikle ABD’de sisteme aykırı hareketleriyle ön plana çıkan
hippiler gibi özgürlükçü ve anti militarist akımlar oluşmuştu.’’
**
Olmasını, hiç istemediğimiz bir virüs salgını veya
diğer enfeksiyon hastalıkları dışında, olabilecek başkaca bir nedenle ölüm
riskiyle karşılaşma ihtimali olan yıllar olarak tanımlanıyor bu dönemeç.
Biliyorum, içinde bulunduğum kuşak ile ilgili güzel
bir betimleme ve bir yazıya giriş bölümü değil bu.
Ancak acı bir gerçek.
Benim gibi düşüncelerini belli süreçler içinde oturup
yazan ve bu yazma süresince de neredeyse Dünya’dan kopan ve büyük bir dikkat,
özen, emek harcayan birisi için kolay olmayan ama ön uyarıcı niteliği açısından
yapılması gereken bir görev oldu.
Bu kuşağın temsilcileri, en özgür şartlarda, sokaktaki
oyunlarda defalarca düşme nedeniyle hiç eksilmeyen, kabuk bağlamış diz yaraları
ile el, yüz ve gözlerindeki kir pas ile akşam evlerine girinceye kadar kızlı
erkekli oyun arkadaşlarıyla en değerli bağları kurdular, oyunlar oynadılar ve
özgürce çocukluklar yaşadılar zamanında.
Çok değerli ve unutulmaz sıkı arkadaşlıkları vardı
onların.
Evlerinde aileleriyle birlikte toplanıp yer sofrasında
önlerine konanları yiyecek seçmeden iştahla yediler yemeklerini ve neşeyle.
Okullara gittiler onlar da zamanında.
Güleç yüzlü öğretmenleri, Cumhuriyet dönemi
müfredatları dahilinde, derslerini dinle ilgili gerekleri de göz ardı etmeden,
belirli bir kesimin, din akımlarının etkisinde olmadan ve hiçbir zaman tahrif
etmeden akıl ve mantıkla yoğurup anlayacakları şekilde anlattı onlara.
Bu satırlardan sonra kendimi de dahil ederek dile
getirsem daha güzel olacak.
Hepimiz, ilerleyen yıllarda belirli meslek gruplarına
yönelip, öğrenim hayatımızda aldığımız alt yapıyla, ülkemize hizmetler ettik ve
çalıştık.
Sonuçta bu çalışmalarımızın karşılığında bazen çok
farklı durumlarla da karşılaştık.
Aslında kuşağımızın farkında olduğu ve zaman içinde
iktidara gelen bazı siyasal partilerin de, bile isteye sözüm ona ülkenin ve
halkın yararına davranıyorlarmış gibi yaparak, ülkemiz dışında, ülkemizin geleceğini
yazanlara teslim oldukları uzunca bir dönem yaşadık.
Coğrafi konum ve stratejik önemi nedeniyle;
Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmak istediklerinde,
Türkiye ve Türkler için yeni planda, önlerinde gördükleri en büyük engel işte
bu yukarıda özetlemeye çalıştığım alt yapı özellikleriyle,
Kurtuluş savaşı veren, Türkiye Cumhuriyetini kuran, M.
Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının savaş sonrası oluşturdukları,
Cumhuriyetimizin kendi içindeki kurumlar arası denetim ve kontrol mekanizması
olmuştur.
Türkiye’yi topla tüfekle zapt edemeyen emperyalist
ülkeler taktik değiştirip kendi ileri uç karakolları gibi hareket eden tarikat
ve cemaatleri kurup beslediler.
Zamanla palazlanan bu yapılar iktidarlarla kol kola,
tüm kurumların içine sızarak ne yazık ki, günümüzde Cumhuriyet ve Laiklik
ilkelerinin altını oydular.
Zamanında aldığımız güçlü eğitim ve farkındalığımız
nedeniyle, bizim dışımızda olanları anladığımızda bile, içimizdeki ülke,
Atatürk ve Cumhuriyet temelli düşünceler değiştirilemedi.
O nedenle de bizlere farklı davranmaya bizi dağıtmaya,
sürmeye ve dışlamaya başladılar.
Biz de birçok arkadaşlarımız gibi görüşlerimiz
nedeniyle bu dışlanma ve sürülmelerden nasibimizi aldık.
Güneydoğu illerinden birine sürüldüğümüzde halen
vatanımız sınırlarında olduğumuz gerçeğini unutmayıp dört elle işlerimize
sarıldık.
Oralara sürülen ve son derece kızan ve hazmedemeyen
insanların verilen işleri yapmadıklarını, yapmayacaklarını söylediklerini,
‘’Buradan daha kötü bir yer varsa beni oraya sürün’’ dediklerini duyduk
kulaklarımızla. O insanları ayıpladık. İşlerimizi yaparken yüksek derecede
başarılar sağladık ve terfiler aldık.
En önemlisi de o güzel Güneydoğu şehrinin insanlarını
sevdik hala devam eden dostluklar kurduk hala da devam ettiriyoruz.
Bize bizdenmiş gibi görünen ama ülkemizde her kurumda
maalesef örümcek ağı gibi sarmal olan, ayrıca okullarda da yaygınlaşan değişik
bir din eksenli cemaat ve tarikatlar vardı biz bunların farkındaydık onları
görüyorduk.
Bu da yetmedi aldığımız nefesi kontrol etmek için
ardımıza bizden bilgi alan, gözleyen ve gerekli yerlere ileten yabancı
olmadığımız bildik insanları takarak bize yakın tuttular.
Ülkemizde yaşanan siyasi çalkantılar, askeri darbeler
sık sık değişen hükümetler ve bu hükümetlerin kendi siyasi anlayış ve
doktrinlerine göre de değişmeyerek kendi içimizde temelde aldığımız Atatürkçü,
Laik ve Cumhuriyet İlkelerine bağlı olma düsturunu hep koruduk o korkunç
akımlardan geri durduk.
Ve onlara soğuk durarak görüşlerini reddettiğimizi
belli ettik.
Askeri darbe dönemlerinde bile gücü, iktidarı elinde
bulunduran insanlar bu içimizde kanser belirtisi gösteren yapılara kapıları
kapatmadılar.
Siyasiler de onlarla kol kola, yanak yanağa oldular,
zaten istenen de buydu.
Üzerimizdeki başarıları, sonunda bizi bıktırarak,
yıldırarak devlet sektöründen istifa ettirmeleri oldu.
O zamanın şartlarına göre istifa ettiğimiz kurumun
kuruluş, işleyiş, yetki kullanma becerisi, devlet kadrolarında, üniversitenin
verdiği yönetim becerilerinden öte tecrübe ile gerçek mühendislik sevk ve
idaresi kazanma gibi özel sektörde çok aranan özelliklerimiz vardı.
Özel sektörün bizi sahiplenmesi uzun sürmedi bu
nedenle. Bulunduğumuz seviyenin en güzel şartlarıyla üst düzey maaşlarla iş
bulabildik, kendimize güvenimiz çok yüksekti.
Özel sektörün hala da devam ettiğini düşündüğüm en
büyük sorunu, kendisine itaat edilmekten öte tapılması gerektiğini, sizi
baldırından doğurduğunu düşünen küçük ‘’Tanrı Zeuslarla’’ dolu oluşudur bana
göre.
Oralardan da bu nedenle zamanı gelince çeker
gidersiniz hatta gönderilirsiniz.
Bizler de zamanı gelince, emekli olarak yaşamlarımızı
sürdürmeye başladık.
O korkunç yapılar, bizlerin emekli dönemlerimizde de
ortalıktaydılar, hatta daha da güçlüydüler.
Her birimiz dönüp kendimize baktığımızda korkunç bir
şekilde yalnızlaşıp artık yaşlanma dönemimizde, sadece göstermelik seçimlerde
gidip sandığa tek bir oy atan yaşlı bireyler haline getirilmiş olduğumuzu
gördük.
Adına seçim denilen olgu, ülkemizde son zamanlarda
seçim sonrası iktidarı hep birlikte alkışlayarak, elbirliğiyle yoluna devam
etmesini sağlayan bir şeye, yani seçim ötesi başka bir duruma dönüştü.
Şimdi artık bizim için sandığa gitmek ağır bir yük.
Yetişkin çocuklarımız ve birçoğumuzun torunları da
bulunuyor şimdi.
Bundan sonraki üzüntümüz sadece onların geleceklerinde
nasıl bir yaşam sürecekleri ve mutlu olup olamayacaklarıdır.
Kendimden biliyorum ki, artık bize, geçmekte olan
zamanda bazı yaşanmışlıklarımız ağır gelmekte.
Hatta öyle ki bazen dünyada olmaktan hiç zevk
almadığımız anlar bulunuyor.
Maddi durumlarımız çok iyi, orta derece ya da zayıf
olabilir. Bundan söz etmiyorum.
Bir kısmımızın bizden önce sakince şu bahsettiğim
Yetmiş Beş dönemecini yavaşça dönüp yollarına sağlıklı devam ettiklerini
biliyorum.
Bir kısmımız da gittikçe bize doğru yaklaşan o dönüşün
farkında olmaya bilir belki kendime ve onlara buradan seslenmek adına konuya
dikkat çekmek istedim.
Süregelen yaşam şartları, birçoğumuzun tahammül
sınırlarını aşan ülkemizin siyasi, ekonomik, toplumsal olgularının gelecekteki
gelişimleri ve etkileşimleriyle ilgili dayanma gücümüzün azalması nedeniyle çok
değişken duygular ve eskiye duyduğumuz özlemle;
Tüm bu hislerimiz çerçevesinde insanlarla olan
ilişkilerimizde meydana gelen azalma, gün geçtikçe kendimize doğru bir dönüş,
geri çekilme, duygusallaşma, üzüntüleri derinden duyumsama ve yaşama halleriyle
bunları çok yakın olduğumuz arkadaşlarımızla bile konuşamamanın getirdiği derin
yalnızlık hissiyatı içinde kaldık.
**
Diyordu ki, uyarı gibi algıladığım değerli, takip
ettiğim astroloğun, yeni yıla girerken kendi hesabından İki Bin Yirmi Beş
yılıyla ilgili değerlendirmede;
‘’Şimdi
feda edecekleriniz, size kendinizi kazandırabilir. Feda edemedikleriniz
yolunuzu kaybettirebilir.
Gerçekçi
bir gözle değerlendirme zamanı geldi.
Gerçekten
gerekli olanları görmek kendimizle açık kalple bir konuşma mantıklı ve gerçekçi
olmak.
Hayat
gül bahçesi vadetmez.
Oğlak
enerjisi, ‘’RAĞMEN YAPMANIN’’ zirvesi.
Yapılması
gerekenleri saptarsak önümüz açılır. Geri dönüp bakmamak, oyalanmamak gerek.
Her
seçiş bir vazgeçiştir. Vazgeçmek kurban vermektir. Karar alamayan insan kurban
vermekten kaçar ama o zaman da kendini koşullara kurban eder.
Resetlenme
yılı 2025.
Yeni
bir format.
Adil
bir kalp, kibirsiz ama onurlu bir duruş; Zamansız değerlerdir ve her daim yolu
bulmanızı kolaylaştırır.’’
**
Bundan sonrasında bizlerin, yakında Yetmiş Beş Yaş
dönemecine gireceklerin ne yapacağımızla ilgili çözüm önerilerimi merak
ederseniz size söyleyebileceğim;
Eğer dünyadan hızla uzaklaşan bir uzay gemisinin
içinde, sürgülü bir çekmecede boylu boyunca dondurulmuş ve Üç Bin Yirmi Beş
yılında tekrar dünyaya getirilmek ve her hangi bir yerine bırakılıp ‘’Yeniden
Dünyaya Gelmek’’ gibi bir seçeneğiniz ve tercihiniz ve de olanağınız
bulunuyorsa bana da haber verin elbette.
Bu benim de içsel hayalim.
Eğer böyle bir imkanınız yoksa geriye tek bir çıkar
yol kalıyor.
Antik Yunan Felsefe okullarında başlayan, Roma’da zirvesine ulaşan, Türkiye doğumlu, filozof Epiktetos’un ( MS 55 – MS135) , en iyi savunmacılarından olan Stoacı Felsefe görüşünü günümüze uyarlayarak geriye kalan yaşamınızı bu çerçevede yaşamaya başlamak.
Eskiden beri ilgimi çeken ve Epiktetos’un ülkemizde Isparta ili Sütçüler ilçesine 20KM uzaktaki Yazılı Kanyon tabiat parkında bulunan, Anadolu’daki en önemli epikrafik buluntu olarak değerlendirilen antik bir kaya üzerine yazılmış ‘’Hür İnsan Şiiri’’ kayasını yakından görmüş birisi olarak,
Son günlerde okuyup bitirdiğim Stoacı görüş felsefesinin günümüzde nasıl uygulanabileceğini anlatan, William B. Irvine, ( 6 Mart 1952 – 72 yaşında. ) ‘nin
‘’Güzel Yaşam Kılavuzu ‘’ isimli kitabı bana artık zaten önceden beri benimsediğim hatta bazı noktalarını da uyguladığım bu felsefeyi daha da yakından günümüze de uygulayarak yaşam tarzım olmasına karar verdim.
Ayrıca bir kitaptan daha söz etmeliyim ki, o da Brıgıt
Delaney’in ‘’Kaotik Zamanlarda Stoacı Olmanın Yolları’’
adını taşıyor ve yazımı hazırlarken henüz elimde. Bu kitaptan da gerçekten şu
an kaotik bir zaman içinde bulunurken izleyeceğim yolları bana göstermekte.
Stoacı Felsefe bakışı ya da anlayışı ile dünyaya bakmak, Kinik Felsefe ( Son derece katı şekilde sıra dışı, doğaya dönük, materyalist ayrıca harika bir şekilde tuhaflardı.) görüşüne göre daha farklı, insanlara güvensiz ve katı olmak değildir.
Kinik Felsefenin en tuhaf adamı, aşırı cüretkar olan Diyojen,
( MÖ 404 Türkiye) doğumlu olup, eski bir şarap fıçısında yaşar ve Atina
pazarında gündüz vakti elinde bir kandille dolaşıp ‘’dürüst bir insan’’
aradığını söylerdi.
Büyük İskender’e de, ‘’Gölge Etme Başka İhsan İstemem’’ dediği söylenir.
Günümüzde yaşadığımız yaşam şekli bizi bir şeyler
düşünmeye teşvik etmemekle kalmıyor bize sonu gelmez eğlenceler sunuyor.
Yaşamınızda bir amaç yoksa tutarlı bir yaşam
felsefenizin de olmayacağı kesin.
Hayatımızın asıl amacına yönelik ona erişmemizi
sağlayacak bazı stratejilere ihtiyacımız var.
Ayırdına varılması gereken mesele, Stoacılık, bir
felsefe olmasının yanında belirgin bir psikolojik bileşene de sahip.
Stoacılar, öfke, endişe, korku, keder, ve haset de
dahil, olumsuz duyguların eziyeti altında geçen bir yaşamın iyi sayılmayacağını
anladılar.
Stoacılar ‘’DİNGİNLİĞİ’’ yakalamaya çalışmamızı salık
verdiler. Yakalayıp sürdürmenin yolları üzerinde de öğütlerde bulundular.
Asıl hedef olarak kendi içlerinde duygularını
bastırmak yerine, olumsuz duyguları hayattan bertaraf etmeye yöneldiler. Bunun
yanında sorumluluklarımızı yerine getirmenin ve çevremizdekilere yardımcı
olmanın önem taşıdığı görüşündeydiler.
Derin bir uykudaysak bizi uyandırmaya çalışan birileri
varsa bu bizi sinirlendirir o insana tepki vermemize neden olur. O nedenle
bilgilenip, bilinçlenip gerçekleri görmeye başladığınızda, yukarıda bahsettiğim
‘’Yardımcı olma ve uyandırma’’ konusunda fazlaca ileri de gitmeyiniz bence.
Bilgiyi almak isteyen zaten sizi bulacaktır. Uyanmak
istemeyeni bırakın yavaşça gitsin.
Okuduğum kitabın yazarı kitabın giriş kısmında, ‘’Antikçağ
Stoacıları 21. Yüzyıl insanı için bir kılavuz olarak kitap yazsalardı ortaya
nasıl bir kitap çıkardı?’’ diye soruyor ve sonraki sayfaları da bunun üzerine
yazdığını vurguluyor.
Stoacılara göre, hayatın getirdiği şeylerden aldığımız
keyfi düzenli ve bilinçli olarak sekteye uğratmamız ve bize zevk veren bu
şeylerin yitip gitmesi olasılığı üzerine etraflıca düşünmeye vakit ayırmamız
gerekir.
Elde etme arzundan mutlak surette sıyrılman ve sadece
arzun dahilindeki şeylerden kaçınabilmeyi istemen gerekir. Kimseye karşı öfke,
haset ya da acıma beslememelisin.
Stoacı felsefe, bereketli bir tarlaya benzetilir
örneğin; Mantık, tarlayı çevreleyen çit, ahlak ürün, fizik ise topraktır. Ürün alamayacak
olduktan sonra toprakla ilgilenmenin veya toprağı çitle çevirmenin anlamı
yoktur.
Temelde muhakeme yetisini kullanıp ‘’bizleri telaşa ve
korkuya düşüren her şeyi’’ defettiğimiz sürece en iyi dinginliğe
ulaşabileceğimiz kabul edilir.
Stoacı Felsefe düşüncesini ana hatlarıyla tanımlamaya
çalıştım. Kitapta sıkça geçen bir kelime de çok dikkatimi çekti.
‘’ÖZDENETİM’’.
Bir arkadaşım zamanında bana adımın anlam olarak
sadece ‘’özünde asker’’ olamayacağını söylemişti.
‘’Peki, ne olabilir?’’ diye sorduğumda da, ‘’Belki de
‘’özünü dener’’ olabileceğini söylemişti.
Dediğini düşündüğümde gerçekten de birçok konuda
kendimi denediğimi öne atıldığımı ve bazen de bunun zararını gördüğümü
anlamıştım.
Kitapta dikkatimi çeken ‘’özdenetim’’ kelimesi de
belki de bundan sonra kendimi gerçekten denetlemem ve sıkı bir ‘’ÖZDENETİM’’
yapmam konusunda uyarıdır.
Kendimi deneme sürecini geride bırakıp Stoacı Felsefe
çerçevesinde, anlık denetimler yaparak tavır almalıydım.
Belki de ‘’ÖZDENETİM’’ yaparak bir ‘’ÖZDEĞER’’ alabilirim
kim bilir?
Ayrıca kitapta günümüzde Stoacı Felsefe konusunda tam
bir uygulama içinde olabilmek için yazarın hiç değinmediği ‘’Cebimizdeki
Telefon’’ konusu da aklıma geldi.
O sıkıntılı dönemece girerken bence yapılabilecek
önemli işlerden bir tanesi de, cep telefonu konusunda alacağımız önlemlerdir ne
dersiniz?
Artık geldiğimiz yerde elimizde çoğunlukla telefon
yerine kitap olmalı diye düşünüyorum ben.
Bence, bizlerin bu konuda yapabileceği en güzel şey
kendi ‘’ÖZDENETİM’’ ‘ini öncelikle cep telefonumuz üzerinde kuracağımız kontrol
ile bu konuya başlamak olacaktır.
Yetmiş Beş Yaş Dönemecinde olan ya da yaklaşan tüm
Altmış Sekiz kuşağının değerli insanlarına, huzurlu, sağlıklı, mutlu, ÖZDEĞER
kazandıkları YAŞ ALMALAR dilerim.
Saygılarımla.
ÖZDENER GÜLERYÜZ
75 yaş sınırını geçmiş bir 68 kuşağı ferdi olarak bu güzel makaleyi okurken altmışlı ve yetmişli yıllarda ülkemizde yaşadığımız öğrenci olayları bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti.
YanıtlaSilÖncelikle ekmek elden, su gölden geçinip giden altmışlı yılların hippilerinden bu günlerde hâlen hippiliğe devam eden varmıdır? Diye düşünüyorum.
Doyasıya yaşadığımız çocukluğumuzda, oyuncaklarımızı kendimiz yaptığımız, çocukluk ve bûlu çağlarımızda kankalarımızla geçirdiğimiz muhteşem yaşantılarımızı gözlerimizin önüne getirdiğimizde; Şimdilerde torunlarımızın yaşadıkları AVM hayatlarını gördükçe Anxsaite ye yakalanmamak için beyinlerimizi nasıl deşarj edebilirim diye düşünenlerdenim.
Büyük İskender gerçekten de büyük adammış. Aşırı cüretkar diyojen'i neden kızdırmış ki?
Halbuki büyük İskender sadece gayet samimi bir şekilde "Benden bir isteğin var mı?" Diye sormuş.
Gerçekten de aşırı cüretkarmış şu Diyojen de yani ha.
Bir düşünsenize Diyojen Almanya'nın Hitler zamanında yaşamış olsaydı ve aynı soruyu Hitler sorsaydı, Diyojen de İskender'e verdiği aynı cevabı Hitler'e verseydi, Diyojen mutlaka soluğu gaz odasında alırdı.
Veya Diyojen şimdiki zamanda Ülkemizde Ankara da bir şarap fıçısında yaşıyor olsaydı, tesadüfen büyük reis te Diyojen'e aynı soruyu sorsaydı, herhalde ışık hızı ile yaşadığı fıçıdan derdest edilerek kendisini hakim karşısında bulacaktı.
Vallahi dostlar yeri gelmişken Diyojen ile ilgili olarak bir anım!
Ankara Atatürk Lisesinde öğrenciyken Felseme Hocama;
"Hocam, bence Diyojen bir şizofrenmiş" Demiştim.
Hocam da:
"bana sorarsanız biraz kaçıkmış" demişti.
Hocam bana şunu sormuştu:
"Sen şizofrenin ne olduğunu iyi biliyormusun?"
"Tabii ki" demiştim.
Bu gün de yine fıçıda yaşayan ve her gün Atina pazarlarında elinde fenerle sözüm ona dürüst insan arayan Diyojen'in son derece cüretkar, dürüst ve kaliteli bir şizofren olduğu şeklinde söylediğim sözün arkasındayım.
Şu Stoacılar var ya şu Stoacılar; Bence M.Ö. 300. Yıldan beri uyuyarak seyahat ettikleri uzay gemisinden artık uyanıp, çıkıp bizim ülkemize gelsinler ve bir Stoacılık okulu açsınlar.
Öyle ya öfke, endişe , korku, keder ve haset de dahil olumsuzluklar ve gelecek endişesiyle yaşayan halka zulüm yapanlara karşı dingin yaşamayı öğretsinler.
Tekrardan güzel yazılarınız ile buluşmak dileklerimle selam ve sevgiler.
Murat Severcan
Değerli arkadaşım, bahsettiğim o zorlu dönemecin bizim açımızdan ne olduğunu tam olarak anlayan birisi olarak candan kutluyorum. Sabırla okuyup içselleştirip hem yüz yüze hem diğer yollardan yorumlar yazıyorsun. Çok teşekkür ederim sana.
Sil