''YILDIZ KUTUSU '' İÇİNDEN, İÇ SESİMLE SESLENİYORUM '' BU DA GEÇECEK, KENDİME YENİ BİR BEN LAZIM.''
Sana elma gönderiyorum,
çürüyor.
Sana ayva
gönderiyorum, kararıyor.
Sana beyaz üzüm
yolluyorum, hepsi yolda bozuluyor.
Sana gözyaşlarımı yolluyorum.
‘
Sonsuzluk ve bir gün.’
(Teodoros Angelopoulos)
Mutlaka diyorum,
tekrar okumam gerek. Kitabın ilk on sayfasında bulurum o cümleyi. Dönüyorum
başlarına elimdeki kitabın.
İlk on sayfasında mıydı?
İhmalimden, o an yanımda kalem olmadığından ki hep
kalem olur elimde,
O çok hoşuma giden iç içe geçmiş cümlelerden oluşan
uzun, güzel cümleyi, kitapta yüz küsur sayfa okuduktan sonra ve daha sonra
okuduğum güzel yerlerin altını çizmişken;
Geri dönüp, kaybolmuş o güzel cümlemi arıyorum.
Bitmeyen uzun yaz mevsiminin bitmeyen nemli
günlerinden biri bugün.
Ekim’in onu ve hala İzmir nemli ve sıcak.
Eh! Yakında bu havalar da çözülür elbet.
İzmir’in uzun süren yazı ve yağmursuz günleri, hasret
kaldığımız serin yağmurlu günlere yerini bırakacaktır diye avutuyorum kendimi.
Kahve içtiğim, işimin olmadığı günlerde mutlaka
uğradığım ve kendime dumansız olan iç kısımdan yer bile edindiğim, sade Türk
kahvesinin tadı artık başka bir yerle bana göre kıyaslanamayacak lezzette olan
Mavibahçe AVM içindeki bildiğiniz en kalabalık kafedeyim.
Türk kahvesiyle birlikte küçük pet şişe su ve iki adet
de fıstıklı lokum verilen, kalabalığı hiç bitmeyen kafe.
Burada bana, eski çalışanlar ‘’Lokumsuz’’ diyorlar.
Beni gördüklerinde ben kasada ödeme yaparken birisi kahvemi hazırlamaya
başlıyor.
Hatta o kadar ki sırada biraz fazla insan olsa da, ben
daha ödememi yapmadan bana mutlu haberi ulaştırıyor birisi.
-‘’Sade lokumsuz kahveniz hazır.’’
Gözlerimi açarak
-‘’Ama daha ödememi yapmadım.’’ diyorum mutlulukla ve
heyecanla.
Benden önceki sırada olan insan bana dönüp,
-‘’Benim önüme geçebilirsiniz.’’ diyor.
Aman tanrım ne büyük bir hürmet ve saygı.
Önümdeki insana en az üç kez teşekkür ettikten sonra
ödememi yapıp hafif soğumuş, ama tepsiye konulmuş kahvemi alıyorum.
Neredeyse her gün oradayım. Çalışanlar beni tanıdı.
Farklı, davranış da dahil bir iç eğitimden geçtikleri
belli olan, çalışma düzen ve sistemleriyle de diğer yerlere göre farklılar.
Ben hep aynı saatte gittiğim için eğer değişmemişlerse
bazı farklılıklarla aynı çalışanlarla karşılaşıyorum.
Aslında, bu tür yerlerde özellikle de ‘’alaturka tarzı’’
diyebileceğimiz, oturulup yenilip içilebilen yerlerde genelde çalışanlar
neredeyse tepenizde dikilip gözünüze bakarak Hatta ‘’bir isteğiniz var mı?’’
diye sorarak sürekli durmadan yiyip içmenizi isterler.
İşte bu durum beni çok rahatsız eder.
Burada, size güzel davranışın yanında internetinizi ve
rahatlığınızı sağladıktan başka, işlerine bakar, siz kendi talebiniz
doğrultusunda kendi masanızdan kalkarak self servis şeklinde ne zaman
isterseniz o zaman isteğinizi kasada ödeme yaparak alırsınız.
Serbest, sıkıcı olmayan ortam yaratan, bu tür
kafelerdir.
Eğitimle, sistemle, hizmetle, mekanla fark yaratan bu
kafeler, yerli bir çok kahve dükkanını rahatsız etti ülkemizde ve bazı kendini
bilmezler rekabet edemeyeceklerini anlayınca;
Bu hareketlerin normal karşılandığı bazı şehirlerde
buralara gelip oturma eylemleri ve müşterileri rahatsız eden kışkırtmalar
yaparak, ‘’Neden Avrupa Birliğine alınmıyoruz?’’ sorusuna cevap olacak tarzda
davranışlarda bulundular.
Bundan bir sonuç çıkacağını umuyorlar umutsuzca.
Çalışanlara diyorum ki;
‘’Lokum,
Osmanlı adetidir, 1923 ten sonra kahve yanında lokum yerini bitter çikolataya
bıraktı, siz bana çikolata verin lokum yerine.’’
Kasadaki genç kız kasadan çıkan kahve etiketine,
karışıklık olmaması için elzem gibi görünen ve sizi de heyecanlandıran sihirli
soruyu soruyor pat diye.
-İsminiz neydi?
-Özdener. Özden’in sonunda er var, bitişik.
Kafası karışıyor, ama anlamış gibi yapıyor.
Şimdi, hemen hiç olmayacak yerde,
‘’Özden İnönü’yü tanıyor musun kızım?’’
Diye sorsam kızın kafası hepten karışacak.
Bir an aklıma gelecekte yapay zeka, ‘’Metal
Yakalıların’’ çalışacağı kafelerin olacağı geliyor.
Sevineyim mi üzüleyim mi?
Benim yaşımdakiler o zamanları elbette göremeyeceğiz
ama sanırım çok eğlenceli ve moral verici bir iletişim olamayacak.
Dümdüz ve hissiz bir iletişim algoritması ile
konuşacaksınız.
Şimdiden anlayabiliyoruz hisleri olan bir insanın,
yapay zeka bir ‘’metal yaka’’ ile o soğuk iletişimini.
İç sesimle ve ruhsal algoritmamla;
‘’Rahmetli babam Ankara’da askerlik yaparken
nöbetinde, Özden İnönü’yü ( Sonradan Toker.) At üstünde görmüş hayranlık duymuş...’’
‘’Taaamam sus artık’’ diyorum iç sesime.
‘’Metal yaka’’ ya gel de anlat bunu.
Şimdiki ‘’mavi yakalı’’ karşısında bile susmayı tercih
ederken üstelik.
Ayrıca, bir güzel ruh ve farklı hislere sahip şu anki
‘’Mavi Yakalı’’, iş önlüğünün göğsünün isim kısmında ‘’Deniz’’ yazan kızın,
deniz kadar güzel gülümsemesinin yerini ‘’Metal Yakalının’’ donukluğu mu
dolduracak?
Hiç sanmam.
Bir adım öteye gideyim isterseniz;
Neşet Ertaş ustanın ‘’Cahildim Dünyanın Rengine
Kandım’’ Türküsünü dinlerken, kendi adıma gidip geldiğim dünyalar, duyumsadığım
derin hisler, daldığım kör ve merdivensiz kuyular, binlerce galaksinin arasından
geçip, yüzlerce göktaşına çarparak paramparça olduğum, uzak alemlerde elimde
olmadan gözlerimden akan yaşlara hayret ederken o hissi bana veren mutlaka
elbette duygu dolu bir insan sesi olmalıdır öyle değil mi?
Ayrıcalıklı, çok özel bir deneyim yaşamak isterseniz, Azarbaycan’ın
değerli ses sanatçısı Elnara Abdullayeva’nın çığlık
çığlığa, gerçek duygularla, bir yapay zekada aranamayacak, olmayan ve
aktarılamayan duygularıyla bu türküyü dinlediğinizde ne demek istediğimi çok
iyi ve ağlayarak anlayacaksınız değerli dostlarım.
**
Kasada ödeme ve muhabbet bitince ben yanımda
götürdüğüm çikolata ile Kahvemi yudumlarken, kendi köşemde önceden kitabımı ve
güneş gözlüğümü üzerine bırakarak emniyete aldığım masada, kitabıma
gömülüyorum.
En büyük zevkim de sade kahvemden aldığım ilk yudumum.
Sabah o ilk kahve yudumunun zevki bir başka gibi ne dersiniz?
**
Bazen bir girdaba dalıverirmişiz biz zavallı
ölümlüler. Yenilmez tanrı gibi olup bir süreliğine yalnız olmadığımıza
inanmamızı sağlayan girdaba üstelik de balıklama dalarmışız.
Nedir bizdeki inancı yükselten durum?
Bir düşünün ve oraya ulaşmamızı sağlayan gizli yolun
varlığını yadsıdığımız o adanın patikalarına ayak basmamaya çalışın.
Der ki bazıları ‘’Yol’’ dur önemli olan.
‘’Mutluluk yolda olmaktır.’’
’’Mutluluk yolun ta kendisidir.’’
Peki, anladım da, benim bir şartım var burada.
O yolda ilerlerken ‘’hukukçular’’ gibi ‘’at gözlüğü’’
takmayacaksın ki, iki yanında uzanan ovalarda, dağlarda açan güzel kokulu ve
rengarenk çiçekleri ve tüm panoramayı da görebilesin değil mi?
Belki de yolun bir yerinde bir sapak çıkar karşına at
gözlüğün varsa, görünmeyen.
Sapaklara da şöyle bir dalmak ve ilerlemek gerekir
gibi geliyor bana.
Belki orada bize bambaşka bir tecrübe, acı da olsa
gösterilir de, sapaktan döndüğümüz de aklımız daha bir başımızdadır ne
dersiniz?
Ayrıca da kim iyi kim kötü? Ne zaman iyi ne zaman
kötü?
Bunlara karar vermek, Gözümüzde at gözlüğü varken baya
zorlanacağımız bir konudur.
Siz en iyisi, gözünüzde güneş gözlüğünüz,
Eğri büğrü zeytin ağaçlarına dokunun parmak
uçlarınızla, alev alev taşları hissedin ayaklarınızla, tepedeki durgun
bulutları seyredin gözlerinizle.
Daha iyi hisseder daha bir mutlu olursunuz.
**
Kafede, neredeyse her gün, benim arkamda kalan köşede,
özel okul öğretmenleri olduğunu düşündüğüm orta yaşta bir kaç kadın ile de
artık göz aşinalığı sağladık gibi.
Onlar da kendi sorunlarını aralarında biraz yüksek
sesle konuşuyorlar ben onlara onlar da bana o dar uzun köşede alıştık.
**
Otuz üç dile çevrilmiş bir kitap var elimde son
günlerde.
Milena
Busquets;
1972 Barselona doğumlu, aslen Fransız olan,
Barselona’da Fransız lisesine gitmiş, College London’da arkeoloji okuyan,
günümüzde Random Hause ait Lumen yayınevinde editör olarak çalışan, günümüzde
iki oğluyla Barselona’da yaşayan kitap yazan ve çeviri yapan, kendi hayatıyla
benzerlik gösteren,
‘’BU DA GEÇECEK’’ İsimli kitabını okurken sanki durgun
denizin üzerinde, hızlı bir deniz motorunun ardında su kayağı yapar gibiyim.
Kaç zamandır felsefe, sosyoloji, mitoloji derken
gerilmişim ben.
Felsefe ve sosyolojiden sonra bu kitabın satırlarında
dans ediyorum sanki.
Yazım dili muhteşem. Kitabın arka kapak içe dönük
kısmında Busquets’in resmi var ona bakıyorum, şeytani bakışlı bir kadın.
Gözlemci yanım da devrede bu arada, kapıdan girenlere
göz atıyorum kadın erkek her gelene bir de yorumum var kendi içimden;
Giyim tarzı, aksesuarlar, saçlar, yürüyüş, takılar,
parfümler ve göze batan renkler gibi şeyler üzerine.
‘’Hımm, tamam, fena değil de sanki bir şey eksik,
biraz boy olmalıydı, çok zevkli tarz, çok havalı, narin, hızlı yürüyor.’’ gibi.
Asıl hayret ettiğim şey, belki de, ‘’iyi ki öyle’’ demeliyim; o kadar çok farklı boy, ten ve saç
rengi, görünüm ve kilo farkı ile değişik yüz şekli var ki, sanki neden herkes
aynı boy ve yüz şekline sahip değil ki? Diye düşünmek isterken,
‘’Aman Tanrım!
İyi ki öyle değil’’ diyorum.
Dedim işte.
Bunu derken de sistemli, eğitimli, saygılı ‘’yıldız
kutusu’’ çalışanlarına teşekkür ediyorum.
Ardından, gözlerimi elimdeki kitaba indiriyorum.
‘’Tuhaftır ama hiçbir zaman kırklarımı düşünmemiştim, Yirmili
yaşlarımdayken otuzlarımı hayatımın aşkıyla ve çocuklarımızla geçireceğimi
düşünürdüm. Yumurta kırmayı bile bilmeyen ben, altmışıma geldiğimde torunlarıma
elmalı turtalar yapacağımı hayal ederdim. Ne var canım, öğreniverirdim işte. Ve
seksenimde yıkkın bir nine olarak, arkadaşlarımla viski içecektim. Gelgelelim
bir türlü kırklı yaşlarımı öngöremiyordum. Ellilerimi de öyle. Ama işte
buradayım. Annemin cenazesindeyim ve üstüne bir de kırk yaşındayım.’’
**
Hayatımızın aşkı ve çocuklarımız kavramı, Yumurta
kıramamaktan mecburen usta aşçılığa geçiş.
Yıkkın Nine olarak, gençlikte düşünülen tarz viski
içebilmek mi?
Ellilerimizi, ondan on sene öncesi kırklarımızı hayal
edemezken biz,
Ben bir de ülkemin insanına acıyorum. Avrupalı kadının
dümdüz basit hayaline bakın.
Bir de, ülkemiz insanının yaşama tutunabilmek için
yürüdüğü ya da yürüyemediği garip ıssız yollar hatta çöller, dağlar taşlar ve
önüne çıkan volkanlara.
Birden farklı şekillerde anne veya babamızın
cenazesinde bulunuruz. Yani hayatın gerçekleri gelir bizi bulur. Aniden
büyürüz, biz bir anda onun yerini alırız yani ya tam bir baba oluruz ya da
anne.
Sonrasında bir panzehir ararız hayat boyu ölümün
karşıtını, bazen de birilerinin bizi yağmalamasını da isteyebiliriz geriye ne
kalmışsa alıp gitsinler.
Bunu çok isterseniz gerçekten de yağmalanırsınız.
Hiç yağmalandınız mı?
Süpermarketteki kızın gülümsemesi, bir yabancının göz
kırpışı, birisiyle ayaküzeri bir sohbet hepsi görür işimizi zira hepsini hızla
tüketiriz.
Yeterli gelmez hiçbirisi.
Hangi
titreşimdeysek, onun içerdiği olumlu ve olumsuz bileşenler yer alıyor gibi
hayatımızda.
Entellektüel
olarak çok gelişkin seviyelerde seyrediyor olabiliriz.
Önemli olan duygu ve davranış olarak hangi düzlemde durduğumuz
sanki.
Birçoğumuz akıl fikir boyutunda oldukça gelişkin yaklaşımlara
sahibiz.
Ancak duygu ve davranış boyutunda dönüşmek daha derin bir
temizlik yapmayı gerektiriyor gibi.
Medyanın bize yaptığı en büyük kötülük sürekli olarak düşük
seviyeli duygu ve davranış kalıplarını besleyen mesajlar yayması mı?
Sosyal medya da benzer bir işlevi yerine getiriyor.
Korku, kaygı, imrenme, kendini karşılaştırma, boy ölçüşme,
kendini sergileme ve ispat, çatışma, yenişme, bir narsiste rastlamak ya da
manüpülatif birisiyle temas etme, birisi tarafından sömürülme gibi titreşimlere
girmek, insanın enerji bedeninin direncini düşürüyor.
Kesin bilgi.
Kendimizi birdenbire düşünsel olarak reddettiğimiz, şeyleri
yaparken buluyor muyuz?
Birileri bizi aşağıya, kendi düzlemine çekiveriyor ve biz de
sanki onlarla bir olup baş etmek zorundaymışız gibi kendimize belirlediğimiz
duruşu, verdiğimiz anlamı yitiriyor muyuz?
Sağlığımız da bundan etkileniyor!
Titreşiminizi yükselten faaliyetlere önem vermeliyiz bu da
kesin.
Bu faaliyetler, bizim duygusal ve fiziksel kalkanlarımızı
güçlendirecek şeyler.
Ortalamaya teslim olmamak en güzeli.
Ortalamanın seviyesini siz yükseltin.
Çıtanızı yukarıya alın ve aşılmasına izin vermeyin.
Bunu da kibirle, tepkiyle, aşağılamayla değil,
İç huzurundan gelen bir zerafetle, sevecenlikle yapmak
özgünlüğünüzü yukarıya çekecektir eminim.
**
EKİM DOLUNAYI ; ‘’KENDİME YENİ BİR BEN LAZIM’’
Ekim ayı içerisinde 17 Ekimde, koç burcunda gerçekleşmiş olan
dolunayın bize vereceği mesajı okuduğumda çok hoşuma gitti ‘’ tam isabet’’
dedim kendi kendime.
‘’Kendime yeni bir ben lazım.’’ demenin tam zamanıymış.
Duygular karışık, zihinsel, bedensel yorgunluk, önemli
dönüşümler ve bitişler.
**
Her şeyin başında aslında sağlık geliyor.
Sağlığınız iyiyse yaşınız kaç olursa olsun en mutlu sizsiniz.
Sahip olduğumuz duyu ve uzuvlarımız – her biri bir hazine - Ne
kadar mucizevi bir sistemle işlev görmekte ve bu birbiriyle senkronize çalışan
tüm vücudumuz, makro sistemiyle bizler mutlu yaşamaktayken, küçük bir aksaklık
varsa da, tüm dikkatimizle ve zamanımızla o aksaklığın giderilmesi için mutlaka
üst düzey bir çaba sarf ederiz.
İnsan vücudu kelimenin tam anlamıyla mucizevi olarak çalışan bir
makine.
Üstelik bunlara ek olarak da duygu ve hisleri olan, üzülen,
sevinen, ağlayan, kahrolan, depresyona giren,
Kahkaha atabilme, kendi içine çekilebilme, heyecanlanabilme gibi
özelliklere de sahip.
Sağlık dedim de;
Gençliğimden beri sol bacağımdaki toplardamar sorunumla
yaşamaktayım.
Büyük oğlumun zorlamasıyla, kalp damar cerrahımıza,
Doç Dr. İlker Kiriş’e detaylı muayene oldum geçen gün.
Bana kalsa hiç doktora filan gitmeyeceğim.
Kaç yıldır da bu sorunumla yaşıyorum.
Bir ara bir Muayene olmuştum ve kan sulandırıcı ile idare
ediyordum.
Muayeneden sonra doktorum bir sunum yaptı ve gerçekten de
mucizeyi o zaman daha bir anladım.
Bacaklarımızdaki toplardamarlar, ayak ve bacaklarımızdaki kirli
kanı alıp, temizlenmek üzere kalbimize gönderiyor.
Elbette kanın yukarıya, kalbe doğru belli bir hızla akışını
sağlayacak ve damarlarımızdan bu akışın mutlaka yukarı yönlü olmasını sağlayan
güzel bir sistem var.
Bu sistem bizim, özellikle de yürümemizle ya da koşmamızla daha
güzel çalışıyor.
Kan damardan yukarıya çıkarken damar içindeki yaprakçıklar kan
geçtikten sonra birleşip kanın aşağıya reflü (geri dönüş) yapmasını
engelliyormuş.
Harika değil mi?
Hayran olmamak elde değil insan vücudundaki sisteme.
Ancak işte benim sol bacağımdaki yüzey toplardamar içindeki bu
yaprakçıklar görev yapmıyormuş ve kan yukarıya gidemiyor, bir kısmı aşağıya
dönüyormuş.
Bu durum da ana toplardamar dışında kalan yüzeye yakın
damarlarımın şişmesine ve varis denilen rahatsız edici bir görüntüye sebebiyet
veriyormuş.
Cerrahi bir müdahale ile görev yapamayan yüzeyde toplardamarım
lazer ile yakılarak yok edilmesi gerekiyor. Bunu yaptırmazsam pıhtı atma
ihtimalinden söz edildi.
**
Bloğumun değerli okuyucuları, dostlarım ben bu müdahaleyi
yaptırmadan yazımı büyük oranda hazırladım.
Sizler Kasım ayının başlarında bu yazımı okuduğunuzda ben Ekim
ayı bitmeden bu cerrahi müdahaleyi yaptırmış ve bir gün hastanede kalıp
akşamüzeri yürüyerek – umuyorum – çıkmış olacağım.
Günüm belli ama buraya yazmak istemiyorum.
Sizden ricam, yazımı okuduğunuz sayfamda yazımın altına bu
durumla ilgili herhangi bir şey yazmayınız.
**
Ben burada şu anda, Ekim sonunu yaşarken, ameliyatım üzerinden
on beş gün geçmiş ve son kontrolümde çok güzel bir sonuca ulaştığımızı
gördüğümüzü yazmak ve de;
Başta Doktorum Doç. Dr. İlker Kiriş’e
ameliyatımdaki başarısı için çok çok teşekkür ederken,
Muhteşem cana yakın ve sevimliliği ile ilgisini esirgemeyen,
Dr. Asistanımız;
Özlem KILIÇ
kızıma ve yakın ilgisinden çok mutlu olduğum,
Ameliyat hemşiremiz;
Gülcan OLCASÖZ
kızıma minnettarlığımı dile getirmek istiyorum.
Doktorumun klinik adresine İnstagram ve Faceebook hesaplarından
ulaşabilirsiniz.
Bende telefonu da bulunuyor.
Bana bir geçmiş olsun demek isterseniz elbette telefonumdan
ulaşmanız daha değerli olacaktır.
‘’BU DA GEÇECEK.’’
Öyle değil mi?
Sevgiyle.
ÖZDENER GÜLERYÜZ
Kafeler güzel, kafeler sıcak, tuvaletleri temiz ve bakımlı. Hele bir de gittiğiniz kafe de çalışanlar samimi ise, işte o zaman o mekanı sahipleniyor insan. Bazen eş ve dostlarla birlikte kahve, çay keyfi sınırsız bir zevk verir. Bazen de yanlız oturup kahve içerken kafayı dinlemek var ya; İşte değme gitsin keyfime.
YanıtlaSilBahis ettiğiniz ve birlikte kahve içtiğimiz kafe gerçekten de insana iç huzuru veriyor.
Kaleminize ve yüreğinize sağlık olsun. Selam ve sevgilerimle.
Değerli arkadaşım Murat Severcan,, ''Kahve Bahane'' denir ya, hani bir arada neşe içinde muhabbettir asıl olan. Gerçekten de samimi anlayışlı arkadaşlarla içilen bir kahvenin muhabbete vesile oluşudur bu anlatım. Saygı ve teşekkürle nice kahvelere.
Sil