SU VE IŞIK GEÇİRMEYEN EGOLARIMIZDA KÖRLEŞİRKEN, SÜKUT KADER, YAZMAK TEK ÇIKAR YOL İSE, BİR NERUDA ŞİİRİNDE VE İÇSEL ''LA LA LAND'' 'IMIZDA BİR SON BAKIŞ KADERİMİZDİR.
Ünlü şair mizah dolu bir karşılık verir: “Yavrucuğum, Şili'de herkes ozandır
zaten, postacılık yapman daha ilginç. Hiç değilse çok yol yürür ve
şişmanlamazsın. Şili'deki tüm ozanlar davul gibi.”
Postacı ve ozan arasındaki konuşma şöyle
gelişir:
- Demek istiyorum ki, ozan olsaydım söylemek istediğim her şeyi
söyleyebilirdim.
- Ne söylemek istiyorsun peki?
- İşte asıl sorun da bu ya, ozan olmadığım için söyleyemiyorum.
Neruda genç postacıya sahili izleyerek körfeze gitmesini ve yol boyunca denizi gözlemleyerek metaforlar üretmesini önerir. Metaforun ne olduğunu soran postacıya örnek olsun diye de bir şiirini okur.
Dizelerden etkilenen postacının "Sizin sözcüklerinizle sallanan bir gemi gibi hissettim kendimi." sözü üzerine gülümser Neruda: “İşte bir metafor yaptın…”
Ve böyle bir güzel dostluk başlar Şilili şair Pablo Neruda ile postacı Mario Jimenez arasında.
**
23 Mayıs 2024 Perşembe akşamı, onca
profesyonel sazende arasında, Bostanlı Suat Taşer gösteri merkezinde;
Bilge Çınarlar konserinde kendimi ilk
kez farklı deneyimlediğim ve hala yorgunluğunu üzerimden atamadığım bir gece
yaşarken,
O gecenin belki de tam da konser
sırasında gerçekleşen ‘’Çiçek Dolunayı’’ sebebiyle ruhumda, Güneş patlamaları
nedeniyle benliğimde oluşan, ayrıca algısı açık, bilinci yüksek, hassas
insanlardaki derin etkisi ve günümüz şartlarında nefes alan, Dünya insanının
‘’İnsan Evrimine’’ katkısını düşünüyorum,
25 Mayıs Cumartesi;
Aradan iki gün geçti ben hala o gecenin
etkisindeyim.
Sade kahvemi yudumluyorum, elimde
Bertrand Russel’in kitabı, sakince, bazen de, aralar vererek okumaya, günü
güzel yaşamaya çalışıyorum.
Ara veriyorum, çünkü okuduğum kitabın
bazı satırları beni durduruyor ve bir yandan rastlantısal, anlık görme alanıma
giren insanların – en çok çocukların - davranışlarını gözlemliyor diğer yandan
okuduğum paragrafın anlamı üzerinde hızlıca düşünüyorum.
Yönsüz kalıp bir yön veya bir ses
aradığınız süreçlerde mutlaka altı dalda ödül kazanmış kendi LA LA LAND’ımızı
oynamanız gerekmediğini düşünüyorum.
Aslına bakarsanız o filmi bıkmadan
usanmadan tek bir sahnesi için defalarca izleyebilirim.
Biliyorsunuzdur mutlaka, 2016 ABD,
yönetmen Daniel Chazelle yapımı müzikal komedi – drama tarzında Ryan Gosling –
Emma Stone’nun başrollerini oynadığı ve Stone’a en iyi kadın oyuncu ödülünü
kazandıran filmdir.
Hayatlarına yön arayan iki tutkulu
insanın yollarının mutlaka o tarzda da kesişmesi gerekmiyor ki, - onlar ilk kez
yoğun trafikte karşılaşıyor - Aslına bakarsanız aynı çok ama çok farklı
yöntemlerle yaşamda bu tür kesişmeler yaşanabilir uzaktan bile.
Bence LA LA LAND ( AŞIKLAR ŞEHRİ )
filminin özü son sahnesinde yatıyor.
Tesadüfen karşılaşan iki insanın bu tür
karşılaşmaları film boyunca sürüp gidiyor ama son karşılaşmaları ki artık her
ikisinin de hayatları değişmiştir,
Son sahnede göz göze geldiklerinde çok
önceden birbirlerine verdikleri sözü hatırlarlar ve işte o son baş
hareketleriyle ki bir selamlaşma gibi de algılanması mümkündür o anın.
Ama bana sorarsanız bu baş hareketleri o
verilmiş sözlerin çift taraflı onaylanmasıdır aslında.
Kabullenilmiş, vazgeçilmiş olası yaşama
ve her şeye rağmen ‘’sevginin’’ devam ettiğine dair bir büyük olgunlaşma
belirtisidir o.
Film, seyirciye bir de normal şartlarda
yani ayrılık olmasaydı ve yolları kesişen bu iki insanın birlikte bir yaşam
kursalardı; olabilecek benzer durumları da göstermiyor değil ve bu da başka bir
yürek burkan yanı.
Ve tekrar aynı yere dönüp birbirlerine
net tavırlarla bakışlarına ve muhteşem onaylama sahnesiyle son bulur film.
Mia, (Emma Stone) ’nın iri, ıslak gözlerinin
içinde bir seyirci değil de sanki yaşamdan göçmüş bir insan olarak kaybolur,
erir, bitersiniz.
**
Dünyada yaşayan her bireyin bu güne
kadar öyle ya da böyle gelebilmiş, İnsan türdeşlerimizin evrimi ile birey
olarak bizim, bu evrime olan katkımızı düşünüyorum sürekli son günlerde.
İnsan evrimi öyle basitçe kendiliğinden
devam edecek bir şey değil.
İnsan ırkının gelecekte dünyamızda
değilse de başka yaşanılabilir atmosfere sahip bir gezegende sürdürülebilmesi,
bu günden bizlere düşen bazen basit, bazıları da oldukça karmaşık farkındalık isteyen
üst düzey bir ‘’insan olma’’ davranışları gerektiriyor.
Kişiliklerimiz katman katmandır ona
bakarsanız. En dış katmanı genellikle parlatırız, Travmalarımız, kusurlarımız,
duygularımız ve eğer varsa çirkin yani karanlık yönlerimiz alt katmanlardadır.
Karanlık yüzünü henüz görmediğimiz kimseyi gerçek anlamda tanıdığımızı iddia
ademeyiz.
Genelde en büyük suçlar gerekli olanı
değil, fazla olanı elde etmek için işlenir.
Kimilerinin gerçekten özgür olabilmesi için
ötekilerin köle olması gerekir.
Alın terimizle, vergilerimizle karun
gibi yaşayıp ‘’evliya gibi’’ konuşanları alkışladığımız sürece ne sefaletimiz
biter ne de köleliğimiz.
Cehennemin en azap verici yeri, büyük
ahlaki çöküntü dönemlerinde tarafsız kalanlara ayrılmıştır.
İşte bu daha pek çok cümle ile
sıralayabileceğim dünyada insan evriminin ne yazık ki yanlış yolda ilerlediğini
anlatan günümüzde çok geçerli olgular değişmediği sürece insan türdeşimizin varacağı
yer yok olma noktasıdır.
**
Bir gün Mario, aşık olduğunu açıklar.
Neruda, “Ağır hastalık sayılmaz, çaresi var” diyerek
kızın adını sorar. Postacı aşık olduğu kızın adını söyleyince İtalyan şair
Dante’yi anımsar Neruda: “Beatrice…”
1971 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Neruda, daha sonra Paris’e
Büyükelçi olarak gönderilir.
Şair ile postacı arasındaki dostluk asla kopmaz. Sürekli olarak mektup yazan
Neruda, postacı dostuna ses kayıt cihazı göndererek şunları ister:
“Denizi özlüyorum. Kuşları özlüyorum. Bana evimin seslerini
gönder. Bahçeye gir ve çanları çal. İlk önce rüzgarın hareketiyle sallanan
küçük çanların ince seslerini kaydet, sonra büyük çanın ipini beş altı kez çek.
Kayalıklarda yürü Mario, dalgaların patlayışını kaydet.”
Mario Jimenez şair dostunun “metafor”a ihtiyaç duyduğunu
çok iyi anlayarak isteğini yerine getirir.
“Neruda’nın Postacısı”,
Şilili yazar Antonino Skarmeta'nın ilk kez Berlin’deyken 1982 yılında tiyatro
oyunu olarak yazdığı 1985 yılında da roman tarzında yeniden yayımladığı
eserinin adıdır.
Tiyatro oyunuyken ve romana çevrildikten sonraki ilk özgün adı Ardiente
Paciencia olan eser, daha sonra roman olarak El Cartero de Neruda olarak
da yayımlandı. Roman İngilizce’de The Postman adıyla
yayımlandı.
**
Elimdeki kitap, Bertrand Russel’in
‘’Mutlu Olma Sanatı’’ isimli kitabı. Evrimle ilgili paragrafın yer aldığı 75.
Sayfada Russel,
‘’Çocuklarınızı hayvanat bahçesine
götürdüğünüzde, eğer cambazlık yapmıyor ya da fıstık yemiyorlarsa, maymunların
bakışlarındaki üzüntüyü görebilirsiniz.
İnsan neredeyse onların da insan olmak
istediklerini, ama bu işin sırrını bir türlü çözemediklerini sanır.
Evrim yürüyüşünde yollarını şaşırmışlar,
yeğenleri ilerlemiş, onlar geride kalmışlardır.
Uygar insanın zihninde de buna benzer
bir tedirginliğin yerleşmiş olduğu görülmektedir.
Kendisinden daha üstün bir şeyin, uzanıp
alabileceği bir yerde durduğunu biliyor ama bunu nerede ve nasıl bulabileceğini
bilemiyor.
Evrimde öyle bir yere geldik ki, henüz
son durak değil ama bu dönemi çabuk geçmemiz gerekiyor yoksa birçoğumuz yolda
telef olacak, geri kalanımız da kuşku ve korku ormanında yolunu kaybedecek.
İnsan egosu günümüzde kalın koruma
duvarları arasındadır.
Egolar su ve ışık geçirmeyen bir ortamda
koruma altına alındıysa, kişi olan her şeyi görmek istediği gibi görür ve
yorumlar. Bu da kendisini görmesini engeller.
İşte günümüzde insanlığın evrimine engel
budur;
‘’Kendisini Görememesi.’’
İşte Russel’in dikkat çektiği evrimin
gelindiği nokta ve günümüz insanının, günümüzde şaşırmış evrim anlayışı konusunda
verdiği bu örnek duraklatıyor beni.
**
Mario basit bir postacı. Bisikletine
biner alacağı üç beş kuruş için dağ tepe tırmanır. Mektupları sahiplerine
ulaştırır. Bazen minik bahşişler koparır. Ancak çoğu zaman ödülü yalnız
üzerinde doğup büyüdüğü muhteşem İtalyan adasının doğasını, Akdeniz’in davetkar
dalgalarını, martıların şenliklerini izler.
Dikkate değer bir vasfı yoktur
Mario’nun. Yakışıklı değildir, bilgili değildir, zengin değildir. Esprili yahut
konuşkan hiç değildir. Yaşarken bile unutulmuş gibidir.
Bu silikliğine rağmen adanın en güzel kızına aşıktır Mario.
Her birimiz gibi uzanamayacağı meyveyi
ister.
Her gün kızın çalıştığı hana gider. Kıza tek bir kelime söylemeye çalışır.
Ondan fazlasına da yetmez zaten yüreği.
Söylemeye değer tek kelimeyi seçer: Beatrice…
Kızın adıdır bu. Kız adama bakar. Adam başka tek laf dahi edemez. Aşk adamın dilini bağlar.
Bir gün adaya ünlü şair, devrimci bir düşünür gelir, Pablo Neruda.
Sürgündedir.
Devrimine destek verdikleri tarafından
memleketinden sürülmüştür. Buruşturulup atılmıştır bir yana. Uğruna şiirler
yazdığı ülkesi Şili onu istememektedir artık.
Neruda’nın talihsizliği Mario’nun talihi olur. Şairle dost olur.
Önceleri ondan şiir yazmak için yardım ister.
Tek derdi Beatrice’e bir şiir yazmak ve aşkını anlatmaktır.
Sanki kendi şiirleriymiş gibi de
Nerudanın birkaç şiirini kıza okur.
O an kızın bunu öğrenmesi halinde ne
yapacağını dahi düşünecek durumda değildir.
İçinizde patlayan bir volkan varsa ve sükut etmek kaderinizse, yazmak tek çıkar
yoldur.
Mario’yu çok üzgün gören Neruda, kızın
gerçeği öğrendiğini kendi şiirlerinin kıza Mario tarafından okunduğunu
anladığında sorar;
Neden benim şiirlerimi kendi
şiirlerinmiş gibi okudun kıza?
Mario’nun verdiği cevap çok kafa
karıştırıcı ve tartışma kaldıracak tarzdadır;
‘’Bir şiir onu yazana değil, ona
ihtiyacı olana aittir.’’
Verecek bir cevabı yoktur
Neruda’nın.
Neruda ona kendi şiirlerinden okur, kitaplar verir. Ona dalgaların sesini
dinlemeyi kuşların ne anlattığına dikkat etmeyi, denizden çıkan renkli taşlara
anlamlar yüklemeyi, ay ışığında düşünmeyi öğretir. Mario arzu ettiği şiiri
sonunda yazar. Muradına erer. Beatrice ile evlenir.
Fakat artık o başka bir adamdır. Tek bir
kelime söylemek için göğsündeki tüm havayı kullandığı, tek bir şiir yazmak için
yığınla kitabı yuttuğu kadına değil, kendisine bulundukları adadan çok daha
büyük bir dünya armağan eden, hayalleriyle sonsuza ulaşmayı öğreten Neruda’ya
ve şiirine sevdalanmıştır o artık.
Şairler bizimle aynı yerde yaşasalar da eşyaya bizim gibi bakmazlar, uzun uzun
dinlerler onlar evrenin sessizliğini.
Mario kendini Beatrice’e beğendirmek için çabalarken kader onu beğenmiş ve
başka bir amaç için seçmiştir.
**
Uzun yıllardır Karşıyaka’nın hatta belki de Türkiye’nin en şanssız yeri
diyebileceğimiz Mavişehir bölgesinde bulunan bazı AVM, okul binaları depreme
dayanıksız oldukları gerekçeleriyle yıkım kararları alınarak,
Diğer yandan boş değerli arazilere de
başka şey yapılamazmış gibi, sadece sanki hiç yokmuşçasına,
AVM ve REZİDANS yapılmaya devam ediliyor
şu sıralar.
Mavişehir kısa sürede korkunç bir
düzensiz ve anlamsız yapılaşma ve talan süreciyle iç içe yaşamaya başladı ve bu
devam ediyor.
Bölgede birçok AVM varken, şu sıralarda
inanılmaz bir yıkım gürültüsü, toz ve görüntü kirliliği ile sözüm ona
Mavişehir’e bir çehre kazandırılacaktır.
Bölge sakinini hiçe sayan bu çalışmalar
ne yazık ki kimseler tarafından durdurulamıyor.
Daha önce bir AVM inşaatı, temel
atıldıktan bir süre sonra belediye tarafından mühürlenmiş ancak bir buçuk yıl
içinde tekrar mühürler kırılarak inşaata devam edilmiş ve bitirilmiştir.
Uzun zamandır Karşıyaka’nın asıl
ihtiyacı olan ve temeli atılmış, bir yere kadar ilerlemiş ve aniden inşaatı
duran opera binasının kara talihine şaşkınlıkla bakarken, şu sıralarda
kuzuların sessizliğini oynayan tüm yönetimleriyle, Mavişehir halkı sağır eden
sessizliğiyle gözümde kahraman olmuştur.
Mavişehir 1. Ve 2. Etap konutları kendi
içinde maalesef yönetimleriyle de inanılmaz bir kötü yönetim örneği sergiliyor.
Blok yönetimleri kendi içlerinde hiç
değişmeyen blok yöneticisi ve yönetim kurullarıyla yönetiliyor ve bu yönetimler;
Benim tanık olduğum süreç içinde blok
yönetimlerinde olan kişiler hiç değişmediği gibi, bir yönetici dört dönem
görevde kalma üstün başarısını göstererek bize parmak ısırtıyor.
‘’Ben yaparım sen ödersin’’ mantığıyla
yol alan, genel kurullarda karar alıp bazı maliklerin haberi bile olmadan büyük
harcamalar yapan harcamaları aidatlara yansıtan bu yönetimlerin denetimleri de
yine aynı blokta ikamet eden ve genel kurulda seçilen bir kişi tarafından
yapılmakta ne yazık ki.
Blok yönetimleri, üst yönetim adını
taşıyan yönetim kuruluna bağlı. Onlar da kendi içinde başka bir alem.
Bloklarda ikamet eden insanların
problemlerine çözüm getirebilecek bir halkla ilişkiler birimi olmadığı gibi,
üst yönetimlerin açtığı sosyal medya hesapları ne yazık ki, yorumlara ve
mesajlara kapatılarak halkla kendi aralarına duvar çekmiş durumda.
İşte insanlık bu insancıklar tarafından
gerçek evrimini bin yıllar ötesine taşıyabilecektir inancındayım.
Uyuyan bebekler ve yaşlılarımız,
evlerimize, odalarımıza giren toz ve gürültü kirliliğine karşı inanılmaz bir
dayanıklılık sürdürmekte ve yukarıda sözünü ettiğim evrim sürecine fevkaladenin
fevkinde bir dayanıklılık göstermektedir Mavişehir halkı.
Bir insana veya yapıya nasıl biri, nasıl
bir kurum olduğunu ve kendisine ne yaptığını anlatma çabası, zedelenen ve
incinen egoyu onarma çabası olsa gerek.
Bu çaba, bazen o denli nevrotik bir hale
gelir ki sevgisi bitmiş olsa bile, öfke hırs ve incinen egoyu onarma arzusuyla
toksik ilişkisine saplanır kalır.
Anlatma çabası tıpkı bir akrepe ‘’ama
sen beni soktun ve zehirledin’’ demek gibidir. ‘’Evet seni soktum çünkü ben bir
akrepim doğam bu.’’ Bunu kabullenerek benimle ilişki kurmalıydın diyecektir.
İnsan doğasını anlayın, kabullenin ve
kendinizi bu zarar verici doğadan uzak tutmayı öğrenin.
**
Mario, Neruda’da Beatrice’de olmayan
soyut güzelliği keşfetmiştir.
Kelimelerin büyüsü sarmıştır Mario’nun
ruhunu.
O ruhunu elbisesini bir şiirle değişmiş, şairlerin göksel krallığına bir adım
atmıştır.
Artık yere inemez. Yerde var olan hiçbir yaratık da ilgisini çekmez artık.
Adadaki kimseye benzemeyen bir varlık olmuştur o.
Onun tutkun olduğu şey, elde edinceye kadar yanıp tutuştuğu ama elde ettikten
sonra bir manası kalmayan, yakınken bile uzak olan, ruhuna değemediği yahut
ruhu bile olmayan bir kabuktur artık.
“Elimde iki anahtar tutuyorum sanki:
Biri sevmek seni, öbürü sevmemek,
Biri mutluluk,
Mutsuzluk; bir yazgı ihtimali öbürü.
İki ihtimali var aşkımın seni severken.
Bundandır seni sevmediğim zaman da sevmek,
Bundandır seni sevdiğim zaman da sevmek.”
(Neruda)
**
Kalbinizde şiir hoşluğuyla, insanlığın evrimine koyacağınız
katkı için size minnettarım.
SAYGILARIMLA.
ÖZDENER GÜLERYÜZ
Özdener kardeşim, çalışmanın herbir satırını verdiğin emeğe saygı duyarak, ilgiyle, beğenerek okudum. Emeğine sağlık. Bir süre sonra tekrar okuyacağım. Umarım bu çalışmalarınız birçoğumuz için aydınlatıcı olacaktır.
YanıtlaSilSevgi ve Saygılarımla
Haşmet İlhan
Haşmet bey bu güzel değerlendirmeler benim için çok anlamlı değerli öncelikle bunu bilmenizi isterim. Okunuyor olmak öncelikli benim için. Sonrasında güzel irdeleme ve değerlendirme çok anlamlı. Sizin tarafınızdan, üst düzey anlama ve değerlendirme güzelliği benim için adeta ödül. Tekrar teşekkürler.
SilBu yazınızı da çok severek okudum. Tekrar okunası. Bir yandan metaforlar, bir yandan hayatın şiiri, bunları oluşturan yaşantılar ve üzerine Mavişehir bloklarının yönetim sıkıntılarıyla gerçek yaşantıda karşılaşmamız, üzerine kabullenişi çağıran sözler "ben akrebim, sokarım ve bunu kabul et"... Görmezden gelmeden kabule geçmek ve ardından neleri değiştirmek, güzelleştirmek istiyorsak buna emek vermek, belki adanmak... Çok kıymetli buluyorum bu çağrışım bolluğunuzu. Elinize sağlık.
YanıtlaSilÇok teşekkürler efendim. Ben de sizin bu güzel okuyuş ve güzel değerlendirişinize önem veriyorum. Hem de çok. ''günışığı'' gibi görünür göze girer, aydınlatır ve ışırsanız bir gün çok sevinirim.
YanıtlaSilGüzeldi, teşekkürler.
YanıtlaSilTeşekkürler İlhan bey. Saygılar.
SilMario Neruda ile tanışmamış olsa idi veya tanıştıktan sonra Neruda Mario'ya yardım etmemiş olsa idi, Mario Beatrice ile evlenebilecekmiydi acaba ? Tabii ki iki ihtimal var. Birinci ihtimal evlenememe ve ikinci ihtimal gelişecek başka koşullar ile evlenebilecekti. Esasen aşk hikayelerinde çoğunlukla sevgililere yardım edenler vardır. Ağır hastalık sayılmaz demişti ya Neruda Mario'ya. Fakat aslında da Mario gerçekten de aşk hastalığına yakalanmıştı. Ne zaman ki hastalığı geçti, işte o zaman da ayakları yere basmaz oldu Mario'nun. Hep böyledir zaten kolay kazanılan her şey günü gelince değersizleşir. Mario belki de bir zaman sonra kendisine yardım eden Neruda'yı bile bile küçümseyecektir.
YanıtlaSilHani var ya sendika ağaları diye tabir ediyoruz; Adam otuz sene önce işçi olarak girdiği fabrikada sendikacı seçilmiş, daha sonra da sendikacılığı meslek edinmiş. Adam otuz yıldır sendikanın başını tutmuş bırakmıyor. Adama sormak lazım ''senin mesleğin sendikacılık mı?'' Otuz yıldır sendikacı sendikanın varlıklarını istediği gibi yönetiyor, süper lüks arabalara biniyor. Süper bir şekilde zenginleşmiş. Tabii ki kendisini otuz yıldır o mevkiye getirenleri de artık gözü görmüyor, hatta hor görüyor. Demiştik ya artık ayağı yere de basmıyor diye. Fakat her yerde ve her ortamda işçi haklarını savunuyor. Sözde işçiden yana gözüküyor. Site ve rezidans yöneticiliği de artık sendika yöneticileri gibi adeta bir meslek dalı haline geldi. Kocaman kocaman sitelerde her yıl yeni işler çıkar veya işler çıkarılır. Sakinlerde hiç sorgulamazlar. Bazen sorgulamaya kalkanlara da derler ya ata sözü gibi oldu artık ''çalıyorlar fakat çalışıyorlar''. Bizler de iyi çalışmalar diyoruz. Selam ve sevgilerimle.
Murat beyciğim yorum, değerlendirmeniz muhteşem olmuş. İnanılmaz bir algılama ve hissetme duygunuz var sizin. çok çok teşekkürler ederim.
SilÇok güzel, çok aydınlatıcı bir yazı Özdener Bey. Yazınız sayesinde yeni bilgiler de öğrenmiş oldum. Çok beğenerek okudum. Dimağınıza, kaleminize sağlık.
YanıtlaSilBurcu hanım çok mutlu oldum elbette okunmuş ve beğenilmiş olmak bir blog yazarı için çok önemli. Teşekkür ederim saygılar.
Sil