''EY GÖNÜL, EY GÖNÜL NEDEN BU KADAR GAMLA DOLUSUN?, YIKIKSIN, KIRIK DÖKÜKSÜN AMA TILSIMLI BİR DEFİNESİN SEN.''
‘’Ey gönül, Ey gönül, neden bu kadar gamla dolusun, yıkıksın, kırık döküksün ama tılsımlı bir definesin sen.
Meleklerin secde etmeleri emredilen kadri yüceltilmiş
bir varlıksın.
Bildiğin gibi değil, her varlıktan daha olgun daha
ilerisin sen.
Ruhsun Cebrail’in üfürmesiyle ikizsin Tanrının
sırrısın.
Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin ( alemin özü )
sen,
Merdüm-i dide-i ekvan ( kainatta yaratılmışların özü-
göz bebeği) olan ademsin sen.’’
Şeyh Galib.
İstanbul, 1757 – 1799
2019 yılı yapımı, senaryosunu Murat Pay, Selman
Kılıçaslan’ın yazdığı, yönetmenliğini Murat Pay’ın yaptığı,
Mim Kemal Öke, Vildan Atasever, Emin Gürsoy, Ozan
Çelik, Muttalip Müjdeci, Görkem Yeltan gibi oyuncuların oynadığı ve aynı yıl en
iyi sanat filmi ödülünü kazanan ama ne yazık ki, birçoğumuzun o yıllarda
gözünden kaçmış, pek ilgisini çekmemiş olan ‘’DİLSİZ’’ filmini izledim geçen
akşam.
Başlarda sonunu getiremeyeceğimi düşünsem de her yeni
sahnesiyle beni koltuğa bağlayan, daha önce seyredemediğime de ayrıca üzüldüğüm
filmi sonuna kadar izleyip, son bir kaç yıldır felsefe ve sosyoloji
konularından farklı tatlar almaya başlayan beni, sonunda gerçekten bıraktığı
tat ve içimde açtığı yeni bir ufukla çok etkiledi.
Aradan geçen bir kaç gün içinde bu filmle ilgili
farklı yönlerden araştırmalar yaptım. Karşıma güzel değerlendirmeler ve daha da
çok düşünmemi sağlayan farklı yollar çıktı. Hepsine de saptım o yolların.
Sonunda yeni bir yılda, yeni yılın ilk ayında bloğumda neler yazacağım belli
oldu ve çok rahatladım.
**
Anneannesinden kendisine kalan bir sandığı teslim alan
Sami, sandığın içinden çıkanlardan ilk anda pek mutlu olmaz.
Sandıktan hat sanatıyla ilgili bazı malzemeler ve hat sanatıyla kartona
yazılmış, eski yazılı rulo yapılarak sandığa yerleştirilmiş, bir yazı
çıkmıştır.
Yazıyı okuyamadığı için hat sanatıyla uğraşmış, uğraşan insanları
aramaya başlar.
Konuyla ilgili insanlara ulaşıp kağıtta ne yazdığını öğrenince de kafası
iyice bulanır, içi kararır, merakı artar.
‘’ HOŞÇA BAK ZATINA KİM ZÜBDE-İ ALEMSİN SEN, MERDÜM-İ DİDE-İ EKVAN OLAN
ADEMSİN SEN.’’
Sinan ayrıca hat sanatıyla yazılmış bu kağıdın da belli bir alıcısı
olduğunu, açık arttırma yoluyla epeyce bir para ettiğini de öğrenir.
Film aslında belki de hat sanatını sevdirme ve tasavvuf ile ilgili
yazılmış ve çekilmiş olsa da, içinde garip bir aşk hikayesi oluşturulmaya da
çalışılmış ve epeyce de iç burkuyor çünkü o aşk, aşk olmuyor.
Filmin herkese hitap ettiği de söylenemez. Benim gibi, felsefe,
sosyoloji konularında gelişmek isteyen insanlar için ideal bu açıdan yönetmeni
ve senaristleri tebrik etmeliyim.
İnsanın kendini bilmesi üzerine inşa edilmiş, Sami’nin ölmeden evvel
ölme, hiç olma, tasavvuf felsefesine göre yok olma yolculuğu anlatılıyor.
Sami’nin filmin sonuna doğru aynaya baktığında yansıması silikleşiyor,
bu metafor yolculukta üst mertebeye çıktığının göstergesi gibi kabul
edilebilecek bir gösterge gibi.
Sami’nin aşkı uğruna yaptığı fedakarlık ve bunu yaparken de incitmeden
ve göstermeden yapması filmin ana kırılma noktası gibi.
Tasavvuf felsefesinde, incitmemek ve incinmemek esas alındığında hat
sanatını öğrendiği hocasının da bir ayıbını görmesine vesile oluyor.
**
Burada bir parantez açıp filmde konu edilen ve seyirciyi de içten içe
sorgulatan tasavvuf felsefesinde hangisinin daha değerli olduğu ve uygulamada
daha zor, ancak mertebenizi yukarı çekecek olan ayrıca da buradan açıklamayıp
tamamen okuyucuya bırakacağım, kırılma noktası ve sorusu şu;
İNCİTMEMEK Mİ? İNCİNMEMEK Mİ?
**
Tam da burada hat sanatı hocası, Sami ve sevdiği kadın Selma, ( Vildan
Atasever) aslında kendi yolculuklarını tamamlamış oluyorlar böylece ve artık
seyirciye de kendi payına düşen yolculuğu yapmak için düşünme zamanı başlıyor.
Bu filmi izlemek isteyenler için araştırmalarımda karşıma çıkan güzel
bir hikayeyi, öncesinde okumalarını tavsiye ediyorum.
Filmde devamlı kafes içinde tutulan ve hiç konuşmayan, hat sanatı
hocasına ait bir de papağan bulunuyor, Dilsiz adı da ondan geliyor öyle
anlıyoruz.
**
TÜCCAR İLE PAPAĞAN HİKAYESİ
Tacirlerden
birinin, kafese mahkûm edilmiş bir papağanı vardı.
Tacir,
Hindistan seferine çıkarken, köle ve cariyelerinin her birine sordu:
-Ne
istersiniz? Hindistan’dan size hangi hediyeyi getireyim?
Her
biri ayrı ayrı şeyler istemişti. Papağana da isteğini sordu:
-Güzel
kuşum! Sana ne getireyim, Hindistan’dan ne istersin?
-Hediye
istemem. Oradaki papağanlara halimi anlat.
Onu
hapsettim, kafeste besliyorum, de.
‘’Ben
çile doldurayım, siz, ağaçlık ve kayalıklarda dolaşın reva mıdır?’’ Diye sitem
ettiğimi söyle.
Tacir,
uzun yolculuktan sonra Hindistan’a ulaştı. Kayalıklarda dolaşan, papağanlar
görünce onlara seslendi:
-Benim,
kafeste bir papağanım var. Size selam ederek şöyle şöyle dedi…
Bu
sırada, papağanlardan biri titredi. Nefesi kesildi ve yere düşüp öldü.
Tüccar,
söylediklerinden pişman oldu.
-Ne
yaptım. Zavallı kuşun ölümüne sebep oldum.
Bu
herhalde benim zavallı kuşumun yakını idi, diye düşündü.
Tacir,
memleketine döndü. Herkesin hediyesini dağıttı. Papağan da onları seyrediyordu.
Dayanamayıp sordu:
-Benim
hediyem nerede? Hemcinslerimi gördün mü? Bana anlat ve mutlu et.
-Sevgili
kuşum! Söylemesem daha iyi olur. Papağan ısrar edince anlatmak zorunda kaldı.
-Dostlarına
senin selamını söyleyince; içlerinden biri buna dayanamadı, üzüldü, titredi ve
hareketsiz kalarak öldü.
Bu
sözleri duyan papağan, titredi ve cansız vücudu kafesin içinde donup kaldı.
Adam
ağlayıp sızlanmaya başlamıştı:
-Güzel
kuşum! Ne oldu sana? Ağladı, ağıtlar düzdü. Papağanı kafesten çıkarıp cam
kenarına getirince; papağanı canlanıp uçtu ve bahçedeki ağacın dalına kondu.
Tüccar,
şaşırıp kalmıştı.
-Ey
güzel kuş! Bu hal nedir? Bu hileyi nereden öğrendin de beni kandırdın.
-Sevgili
efendim! Hindistan’daki o papağan, benim selamımı alınca düşerek ölmüş numarası
yaptı. Bana da haber gönderdi:
“Eğer
kurtulmak istiyorsan, öl!”
Ben de
onun dediğini yaparak hapisten kurtuldum. Kısaca öldüm ve kurtuldum.
Alınacak
Hisse:
Kafesteki
papağan, beden hapishanesinde mahkûm olan insan ruhunu temsil eder.
Kafesten
kurtuluşun yolu “ölmeden önce ölmek” sırrını yakalamaktır.
Hindistan’daki
papağan tüccarın papağanına bunu öğretmiştir. Kafesten kurtulmak için ölmekten
başka çare yoktur.
Burada
kastedilen ölüm, ruhun bedenden çıkması değildir.
Tasavvufta
hedef olarak gösterilen ölüm, arzu, istek ve ihtirasların esâretinden
kurtulmaktır.
Ruhî ve
manevî bağımsızlığa kavuşmaktır.
Sen,
gonca olma, damlarda biten otlar gibi ol. Bilinip takınmaktan kaçın.
Tevazu
ve yokluk içinde kal.
Sen de
öl! Normal ölüm gelmeden önce kendi nefsinden kurtul.
Öl ve
ruhanî hayata diril, semalarda kanatlan.
**
Gerçek insan iyiliği, ancak karsısındaki
güçsüz bir yaratıksa bütün saflığıyla özgürce ortaya çıkabilir.
İnsan soyunun gerçek ahlaki sınavı, temel sınavı;
( İyice derinlere gömülmüş gözlerden uzak
sınavı) Onun merhametine bırakılmış olanlara davranışlarında gizlidir;
HAYVANLARA!
Ve işte bu açıdan insan soyu temel bir yenilgi
yaşamıştır. O kadar temel bir yenilgi ki, bütün öteki yenilgiler kaynağını
bundan almaktadır.
‘’Dünya
hassas kalpler için bir cehennemdir.’’
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE.
Bloğumdaki Yeni yılın ( 2024) ilk ayının ilk
yazısıydı.
(Yazımda sorduğum Tasavvuf mertebesi soruma; (
‘’İNCİTMEMEK Mİ? İNCİNMEMEK Mİ? ) cevabınızı bana iyice çok derin düşündükten
ve doğru cevabı bulduğunuza inandığınızda, yazımın altına yorum olarak
yazabileceğiniz gibi bana özelden de yazabilirsiniz.
Doğru cevap verenler arasında yapacağım
çekilişte kazanan blog okuyucuma mercimek çorbası ikram edeceğim.)
Saygılarımla.
ÖZDENER GÜLERYÜZ
💐✒📚...
YanıtlaSilÇok güzel. Dünya hassas insanlar için uygun değil 🌈
YanıtlaSilFevzi bey teşekkür ederim.
Silİncitmemek sıra dışı insanlara has bir tutumdur. Ancak incinmemek her insan için zor olabileceği gibi, yüksek irade sahibi (Örnek Yunus Emre) yani nefsini bertaraf etmiş olanlar incitilme olayları sırasında incinmezler. İşte bu gibi insanlar da yüksek insan gurubunda olanlardır.
YanıtlaSilteşekkür ederim Murat bey.
Sil