SİZCE DE, RUHLARIMIZ YAZGILI OLDUĞU BEDENLERİMİZDEN MUAF OLMALI MIYDI?

 

 

 

 

        Yazdığı her şey bana yıkılma duygusu verdiği için okuyorum onu. Başlangıçta düşünüyor, sonra boşuna dönüp duruyor ve nihayet yavan, ürküntü vermeyen bir burgacın içine düşüyoruz.

İçimizden akıp gittiğimizi söylüyor, gerçekten de akıp gidiyoruz.

Yine de gerçek bir boğulma olmuyor bu, olsaydı çok güzel olurdu. Tekrar su üstüne çıkıyor, soluklanıp yeniden anlıyoruz.

Bir şey söyler gibi ve söylediğini anlar gibi olduğunu görünce şaşırıp kalıyor, sonra yeniden boşuna dönüp durmaya başlıyoruz, bir daha akıyoruz.

Bütün bunlar kendilerini derin şeyler gibi gösteriyor ve öyle görünüyorlar.

Ama toparlandığımız an, sadece anlaşılmaz olduğunu; gerçek derinlik ile tasarlanmış derinlik arasındaki mesafenin, bir aydınlanma anı ile saplantı arasındaki mesafe kadar büyük olduğunu fark ediyoruz.

**

İniyor, ezberindeki titrek, soluk güneş, dünyanın.
Uzay zaman mekanını aşarak.

Uzak kuzey ay düğümüne henüz varmadan huzmeler,
Gecenin bir türlü kararmadığı, okyanus kıyısı o kuzey ülkesini düşünüyorum.

Yerin altından vurduğunda sıcaklığı, kıyısındaki çırpıntılara, alışamadığım uykusuzluğuna, soluk ışığa ve oynaşmalarına bakıyorum dalgaların.
Saat gecenin on biri ve kararmaya karar verememiş, geçirgenliği artmış hava, beni denize itiyor.

Gece, bin yıllık sırlarını Smyrne’nin, yakamoza dönüştürürken körfezde,
Öyle bir yer seçmeliyim ki, ona bakmak için, dönüşümleri tüm duygularımın, nehir olup, o an hislerim, baktığım yerden Körfez’e deltalar oluştursun.
Bu kıyıdan kim gelmiş kim geçmişse bin yıllardır, onlar bile beğensin.
Öyle bir yer seçmeliyim ki, ona bakmak için, Kraliçe Smyrne, seçtiğim yerde sevişmiş olsun, Seviştiği ve öldürdüğü sevgilisiyle.
Öyle bir yer seçmeliyim ki, Kraliçe Smyrne, Amazon kızını orada doğurmuş olsun.
Öyle bir yer seçmeliyim ki, ona bakmak için, Gecenin kararmadığı kuzey ülkesindeki,
O taşın üzerinde beklemeyi bekleyen, ağlamayı unutmuş, taştan denizkızı, benim şehrimde gecenin gelebildiğini anlasın da, dökülsün gözyaşları.





Üzerime bakıyorum. Bir an tanıyamıyorum. Bu giysiler benim mi?
Ellerim üşüyor. Soluk güneşli Kuzey ülkesindeyim. Çok ilerde koşan bir çocuk var. Sarı saçları uçuşuyor.
Gündüz mü uyumak gerekiyor bu ülkede?
Şimdi mi yürüsem denize?
Kuzeyde ölmeyi istemek niye? Işığım bitmesin diye mi?
Geciken huzmelere zaman tanımak mı istediğim. Çözemediğim ve giderek çözeceğime olan umudumun azaldığı tüm düğümlerden de vazgeçip ıslaklığa ve soğuğa yürümek isteyişim bundan mı?

Sıcaktır benim körfezim bin yıllardır. Gece çöker, evet ama sıcak tan ayrılmadan. Turkuaz rengini en son gören kimse, Nasıl bir Turkuaz olduğunu, ona sormak gerek
Utanarak, başımız eğik ve utanç içinde, hesabını veremeyeceğimiz bu ulu mirasın değerini.
Elbet iki kelime de olsa söyleyeceği bir cümlesi vardır bize.
Belki de soracağı soruları.

Ya bizim sebep ya da cevap olarak ona söyleyeceğimiz bir iki cümlemiz var mı?
Mutlak karanlık olmalı, biz beklerken, Utancımız engellenmeli gece tarafından. Yüzümüz görünmemeli, ama sesimiz duyulmalı. Yalvaran bir ses çıkmalı boğazımızdan. Özür dilemeliyiz, bize kalan mirasın sahipsizliğinden.

İleride koşarak oynayan sarı saçlı çocuğa yine bakıyorum. Ona neden yaklaşamadığımı anlayamıyorum. Konuşabilsem ununla. Dilimden anlar mı? Ya da hiç konuşmadan sadece izlesem onu anlarım belki duygularını. Çocukların duyguları ve davranışları
Değiştirilmiş duygu ve davranışlar değildir. İçten, saf ve katkısızdır.
Neden büyüdüm ki?

Annemin çektiği o siyah beyaz resme bakmayı çok severim. Olsa olsa on yaşındayım. On bir de olabilir.
Arkamda çalılıklar var. "Gülümse!" demiş de olabilir annem. O an bana. Gülümsemişim çünkü. Sorumsuzca. İçimde henüz hazır olmadığım, yaşadıkça başıma geleceklerin bir çekirdek içindeki yeşermemiş hali.
Henüz, şimdilerde okuduğum o kitapta sözü geçen "affetmeden" rahat olamayacağımız ile ilgili altın kuralı bilmiyorum. Hatta kimi affetmem gerektiğini de. Gülümsemişim sadece.

Havaya bakıyorum.
Kuzey ülkesinde gökyüzünde en çok bulunan şey, bulutlar.
Gri gri ve karaya yakın gri. Aklına esip de bir anda, içinde bulunan suyu yere göndermeye çok hevesli bulutlar.
Denizden mi yoksa yukarıdan mı geldiğini anlayamadığım bir iki damla yüzümde soğuk bir iz bırakıyor.
Gözlerimi kumlara çeviriyorum kuzey ülkesinde okyanus kıyısında, zaman, ne zaman bilmeden.
İzlerimi kumlarda bırakarak yürüyorum.
Dönüyorum izlerime bakıyorum. Silsem mi kaybolmak için?

Son kez bakıyorum seçtiğim noktadan körfeze. Vazgeçip ömrümü kuzeyde sonlanmaya, Kesin bir karar veriyorum. Körfez'de sonlanacağım. Smyrne’nin körfezinde.

İçine doğru yürümeden önce dibini düşünüyorum. Derinliğini bir de.
Denizin altındaki dünyayı yaşayamaz, sadece görebilirdim. Bir süreliğine. Sonra içime su dolar, burun deliklerimden, gözlerimden, kulaklarımdan sular denize geriye dönerdi.

Mutlaka gözlerim görme kabiliyetini kaybetmeden görebildiğimce çok şey görmeliyim. Belki bin yıl önceden kalma bir denizatı görebilirim. Belki de bir Yunus veya bir Balina.

Yavaşça ilerliyorum. Deniz dizlerimi geçtiğinde, daha bir seviyorum denizi.

Deniz göğsüme geldiğinde, denizin nefesi benimkini yeniyor.

Boğazımdayken deniz, ben de denizim.

Başımın üzerinde yerin var deniz.

Gülümsemiyorum şimdi. Deniz ve sonsuzluk gülümsüyor.

**

Bizden önceki hiçlik bizi bekleyen hiçlikten farklı olmadığına göre, neden korkalım ondan? İlk çağ insanlarının ölüm korkusu karşısındaki bu savı teselli olarak kabul edilemez.

Önceden var olmama şansımız vardı, ama şimdi varız. Bu varoluş parçası, dolayısıyla da talihsizlik parçası da yok olmaktan korkuyor. ‘’Parça’’ doğru sözcük mü? Nedense herkes kendisini evrenden üstün, hiç değilse evrene eşit görmek ister.

Gerçekdışılığı tam olarak ayırt edebildiğimiz zaman, biz kendimiz de gerçekdışı oluruz; canlılığımız ne denli güçlü, içgüdülerimiz ne denli buyurgan olursa olsun, adeta var oluşumuzu aşmaya başlarız. Ama içgüdülerimiz de canlılığımız da artık sahtedir. İçin içini kemirmeye başladıysa, hiçbir şey seni bundan alıkoyamaz: Önemsiz bir şey büyük bir acı kadar kemirip duracaktır seni. Her koşulda sıkıntıdan patlamaya razı ol ey baba matruşka. Ya da her neysen, belki de uzak bir yerde hukuk okuyor ya da, ne bileyim doktora yapıyorsundur kendinden onca eminsindir.

Yaşamak savaşta toprak yitirmektir.




**

Hiçlemedi kendini, hiçlik.

İçimde hiçleştirdim,

Sevdim ve ayakta tuttum.

Varlığım onu yaydı varlığıyla, ki o da;

Kendinde olmayan bir varlıktı.

Var bile olmadı hiçliğim, oldurdum onu.

Sorguladım nedenselliğini de,

Koptum özümden, gelecekler kendi özgürlüğümle silindi.

Bir iç sıkıntısı ki, Ah! işte asıl olan da o,

Hep hiçlikten sonra geldi içime girdi.

Bağrımda bir hiçlemeyi elimde tuttum, yine özgürlük içinde.

Önceledim iç sıkıntısını.

Kaygılara zeminler açtım,

Bütünlüğüm içinde belirir oldum.

Bir kaç çözümleme, bariz etkisizlik gerçekte yokluk ve hiçlik,

Varlığın vurgusu, hiçliğin dışlama kuvveti,

Birçok yerde aynı cümle.

Sorunu yeniden ele almalar, ezber tekrarları,

Haklılıklara düşen gölgeler, sonraki benzerlikler,

Sonraki ve ne denli farklı olabilirliği yaşamın.

 

**

 

Kabalaya göre, Tanrı ruhları daha ilk anda yaratmıştı. Sonradan bedene bürünerek alacakları biçimle hepsi Tanrı’nın huzurundaydı.

 

Her biri, zamanı geldiğinde, yazgılı olduğu bedene kavuşma buyruğunu alacak, ama boşu boşuna yaratıcısına bu kölelikten ve yüzkarasından muaf tutulması için yakaracaktır.

 

Bedene bürünme sırası bana geldiğinde, meydana gelmesi kaçınılmaz olayı düşündükçe; bedene bürünmeye öncekilerden daha çok ayak direyen bir ruh olduysa, kesin benimkidir diyorum kendi kendime.

 

**




 

Sanrılar ferman okudu da ten, sen sandı,

Her çizgi, her yazgı, söz ve gülüş gibi,

Cevapsız kalsa da,

Derdi hayalden öte olmaz demiştim ya,

Geldin de dokundun, öptün sandı,

Yırtılmış yelkendi, aşağıdaydı fırtınasızdı içim,

Ah geldin de, bakışınla sorgulara başladın sandı.

Evet öyle! Nasıl diyeyim sen söyle,

Yok mudur? Sence de.

İnsandır yüreğim insancadır, narin sesinle,

Hesaptan önce bir merhaba de!

Bak buradayım, şimdi hem de, sakın! yılmak yok.

Bilirsin bu cenk yenilgiyi yazmaz,

Ah geldin de, çaresizliği teslim aldın sandı.

Şimdi değil, nasılsa öğrendik ummanın karmaşık yolunu,

Durgun havayı bekle!

Çağıracağım, korkmadan, koşarak, inanarak,

Ve kendi yüzünle gel, inanayım hazin sevdanın ellerine,

İnsandır yüreğim, sessizdir karanlıktır sanma,

Ateş arar, yanmaya kavrulmaya ağlamıyor sanma,

Ah geldin de, ateşleri yaktın harlattın sandı.

 

 

ÖZDENER GÜLERYÜZ

Yorumlar

  1. Tebrik ederim.Güzel bir yazı olmuş.Kalemine sağlık.🙏💕🌻☘️

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkür ederim kardeşim Şükrü Duman.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

İÇİNİZDE ŞARKI SÖYLEYEN VEYA DÜŞÜNEN ÖZ, HALA YILDIZLARI UZAYA DAĞITAN O İLK AN'IN İÇİNDE DEVİNİYOR MU?

BİREYSEL KÖRLÜKTEN TOPLUMSAL KÖRLÜĞE GEÇİŞİMİZDE ; ''ÖZGÜRLÜK '' VE ''MASUMİYET'' SEMBOLLERİMİZİ ARAMA GİRİŞİMLERİMİZ ÜZERİNE.

PARADİSE LOST- SMYRNA 1922. '' YARALARI KİM DÜŞÜNÜR, ÖLSEM NE GAM!'' : YÜZBAŞI ŞERAFETTİN, 9 EYLÜL 1922