GÖZYAŞI'NIN, UTANCIN, HİCRAN'IN. KARARLILIĞIN, GÜCÜN, VE İMPARATORLUĞUN RENGİ; ''JUDAS TREE'' ( ERGUVAN )

 

 

 


İnsanın ölümsüzlük arayışı eski Mezopotamya'ya (MÖ 2100), Eski Sümer şehir devleti Uruk'un kralı Gılgamış'a kadar dayanıyor.

Gılgamış, sonsuz yaşamın sırrını keşfetmek için uzun ve tehlikeli bir yolculuğa çıkar ve sonunda sırrı şöyle çözer;

''İnsanın payına ölüm de düşmüştür ama gerçek olan ölümün bir döngü olduğudur.''

Bu gerçeğe ulaşan Gılgamış artık ölümsüzlüğü aramayı bırakır ve kısa süre sonra da ölür.

Günümüzde dahi kendi adıyla anılan, Gılgamış Destanı yaşamaya devam ediyor.

**

''Bütün ülkeleri dolaştıktan sonra Uruk kentine vardı.

Uruk caddelerinde kurumundan kafasını dik tutuyordu.

Caddelerde yabanıl bir boğa gibi böğürürdü. Eşsizdi.

Silâhları kalkıktı.

İnsanlara dirlik vermemek için eli durmazdı.

Dirliksizliği yüzünden Uruk halkı gittikçe eksildi.

Gılgamış, oğulu babaya bırakmaz, gece gündüz kudurup sağa sola çatardı.

Gılgamış ağılı bol, Urukun ne biçim çobanıdır?

Öylesine güçlü, üstün, bilgiç, bilge olan bir kral,

Oğulu babaya, sevileni sevene, kocayı karıya hiç bırakır mı?

Gılgamış’ın savaşçılarının kızları, erlerin karıları,

Bundan ötürü tanrıların huzurunda ağlayıp sızlandılar.

Bunların ağlayıp sızlanmalarını tanrılar dinlediler.''

**

Gılgamış'tan 1500 yıl sonra İskender (MÖ 326-323) Anadolu ve Pers Ülkesine yaptığı seferlerde sonsuz yaşam suyunu arıyor.

Hikaye edilir ki, ''Su'' yun koruyucusu Hızır, İskender’le bir mağarada görüşür. Hızır, İskender'e;

Bu karanlık ve ölümlü Dünya’ya rağmen ruhun ölümsüzlüğe ulaşması için insana bahşedilmiş bir potansiyelden söz eder ve onu açıklar.

**

Binlerce yıl sonra bile, günümüzde dahi, dünyanın büyük şirketleri tarafından yürütülen çalışma ve araştırmalar, sonsuza kadar genç kalma, hatta ölümü tersine çevirmenin yollarını aramaktadır.

**

Emil Mihail Cihoran, 8 Nisan 1911 Romanya'da doğmuş, 20 Haziran 1995 Paris'te ölmüş bir deneme yazarı, 20.YY retorik sentezcisidir.

Cihoran, konservatif felsefeye olan ilgisini ilk gençlik yıllarında kaybetmiş, kişisel düşünce ve lirizim adına sistematik düşünce ce soyut spekülasyonlarda bulunmayı reddetmişti;





''Hiçbir şeyi keşfetmedim, ben sadece kendi hislerimin sekreteri olmaya devam ettim.'' demiştir.

Cihoran; insanlığın trajedisini değil fakat kendisi gibi hem düşünen hem hisseden bir ontolojik vatanından sürgüne gönderilmişliğin kolay kolay kimsenin hesabını yapmadığı iç çekişleriyle, bir yurtsuz kimliğiyle yaşamış ve yazmıştır.

Dünyanın her günkü işleyişini, acılarını, sevinçlerini genelden ayrı düşen yanıyla kimi zaman buruklukla kiminde de kahırla yorulmuş bir farkındalıkla ilmek ilmek kitaplarına işlemiştir.

Kıvrak bir zekayla ve kaybolmuş bir vicdanla hayatı olurlayarak bu temele harç atanların asla anlayamayacakları yanlış yerde aranan ''cephane'' olarak bilinmesi ve adam gibi adamların adam olmayan adamlıklarının ipliğini pazara çıkarmakla uğraşmıştır.

Fazilet, uluhiyet ve vicdan tarzı tanımı kendi ellerinde oyuncak olmuş kutsal yaftalı aşağılık kavramları zihinlerin harcı yapan devirdaim işbirlikçilerin bir insanlığı sersemliklerinden silkinmeye ömür adamış bir bilgedir.

Cihoran, kral değil bir filozoftu ve biraz toprak parçası, bir ülke kazanmanın da öyle insanı insanlıktan çıkarıp ölümsüzlüğün sırrını aramaya çıkaracak gücü vermediğini biliyordu.

Her ne olursa olsun nasıl olursa olsun bir insanın diğer bir insana gücü yetinceye kadar kendini gösterecek parlak bir aynayı doğru açılarda tutmasının en güzel şey olduğunu düşünüyorum ben de.

Hatta öyle ki fazla derin düşünmeye uzak yerlerde, mağaralarda aramaya gerek bile yok bence.

Dünyada o kadar çok, uzak ya da yakın yerde farklı işaretler var ki.

Sadece, bazen belki bir renk bile bize kendi derinliği ile dünyadaki bir çok gizemi açıklayabilir gibi geliyor bana.

İnsanlığımızı unutup geçmiş dönemlerin, şimdinin hesabını yapıp intikam duygularıyla yanmanın, saldırmanın anlamsızlığı sarmalı dünyayı.

Yanıltıcı değil, gerçek duygularla gerçeğe yakın tavırlarla dürüstçe davranışlarımızla akıllarda kalmalıyız.

 

**

Güzellikle beraber çirkinlik de vardır, güzellik görmek güzel yüreklerin işidir. Görmek isteyenler için yeterince ışık, istemeyenler için yeterince karanlık vardır.

(Blaise Pascal)

**

İstemem artık ışık, rayiha, renk alemini,

koklamam yosma karanfille, güzel yasemini.

Beni bir lahza müsait bulamaz idlale,

Ne beyaz bakire zambak, ne ateşten lale.

Beklemem fecrini leylaklar açan Nisan’ın

Özlemem vaktini dağ dağ kızaran Erguvanın.

Her sabah başka bahar olsa da ben uslandım,

Uğramam bahçelerin semtine gülden yandım.

(Yahya Kemal Beyatlı.)

 

Belki de bahsettiğim renk, Dünyada tam olarak tanımlanamayan, anlaşılması, hissedilmesi, tanımlanması güç bir renktir.

Ve biz, belki de o rengin derinliğini görüp biraz olsun anlamaya başladığınızda dünyada varsa eğer, sonsuz hayatın hatta belki de ölümsüzlüğün kendini değilse de ucundan Gılgamış ve İskender'e sözü edilmiş ölümden sonraki döngünün bu rengin içindeki başka renkleri anlamak gibi bir şey olduğunu da görebiliriz.  O da belki.

**

Nasıl tanımlıyorsunuz adı Erguvan olan rengi? Adı geçtiğinde aklınıza neler geliyor? Manası, hüzün, utanç, güç ve kibir hatta naz, niyaz, aşk, işve neş'e, zerafetle tarumar..

Hikayesi yüz yıllar boyu sürmüş, mevsimi Bahar, kısacık ömründe ancak Nisan, bilemedin Mayısta rastlarsınız ona.

Bazen lütfedip martın sonunda gelir, az durur, çok görünmez, acelesi vardır, çok nazlıdır.

Onun ardından konuşulur, İstanbullu olduğu düşünülür. Orayı çok sever evet, ama yurdu değildir.

Size tavsiyem, Yeşiller arasında onu da görmek istiyorsanız, Mutlaka işinin ehli, konunun uzmanı, Dünyaca ünlü Türk Seyahat rehberimiz Saffet Emre Tonguç’un Nisan ve Mayıs ayları boyunca düzenlediği boğaz turlarına katılmanız ve o yamaçlardan seyrine doyum olmayan Erguvanları doya doya içinize, boğaz rüzgarıyla birleştirerek çekmenizdir.

Efsaneler köklerini Kenan illerinde bulmuştur Erguvanın. Daha bilimsel kayıtlar ise Akdeniz, Balkanlar ya da Güney Avrupa ve Batı Asya diye söylerler anavatanını.

Ülkemizde Ege, Güney Anadolu, Marmara bölgesinde yayıldığını, en bol en güzel haline eskilerin Nehr – i Aziz dedikleri boğazın iki yanında rastlandığını herkes kabul eder.

Pembe mi dediniz? Ben buna, “neredeyse!” diye cevap veririm. Değildir pembe.

Hafifçe, belki biraz gizlice Mavi, herhangi bir Mavi de değil ama;

Çivit gibi Mavi.

Bununla da yetinemeyiz tam tanımlama için. Üç – beş rengin daha nüansına ihtiyacımız var.





Şarap kırmızısı, pek az Çivit Mavi, Bolca Beyaz ama Beyazı beyaz kadar açık değil, Siyah kadar koyu değil.

Orta açık tondaki Gri kadar ağarmış, ışıltılı bir renk.

Acemler en doğrusunu yapmış, Erguvan demişler.

Erken Bizans’ta kıymetini muhafaza etmiş. Sonra geç Bizans’ta.

Bizans’ta imparator ve soylular kendilerini Erguvan kanlı olarak ifade ederlermiş.

Devlet ortadan kalkmış ama onlar bu rengin sahibi olma iddialarından vazgeçmemişler.

Araplar ‘’Arguvan’’, Farisiler ‘’Ergavan’’ demişler. Türkçe’de ise ‘’Erguvan’’ olmuş.

ERGUVAN’IN TARİHÇESİ

Mor, Erguvan kelime dizisi o kadar yerleşmiştir ki zihinlere, hatta bu mor rengi ile ilgili efsaneler, destanlar vardır.

Bazı Hıristiyan inanışlarına göre meşhur ‘’Son Akşam Yemeği’nden sonra Hz İsa’yı otuz gümüş karşılığında meclise bildirerek ona ihanet eden ve pişman olan havarisi Yahuda’nın kendisini bu ağaca astığı bilinir. Efsaneye göre bu olaydan sonra, önceleri beyaz olan Erguvan çiçekleri utançtan ya da kandan kırmızıya dönüşür.

Bu nedenle Erguvan ağacının İngilizcedeki adı Judas Tree (Yahuda’nın Ağacı)dir





Erguvan çiçeklerinin Hz. İsa’nın gözyaşlarını temsil ettiği de dillendirilen Erguvan, böylece utancın ve Hicran’ın rengi ve sembolüdür.

Roma İmparatorluğu döneminde Erguvan rengi, kararlılığın, gücün ve imparatorluğun rengiymiş. Erguvan rengi doğal yollarla üretilebilecek en zor renk olduğu için sadece asiller giyermiş.

İmparator dışında kimsenin mor pelerini yokmuş. Osmanlı’da ise Erguvan mor’u Hürrem Sultan’ın sevdiği renk olarak bilinir. O dönemde sarayda bu renkteki keselerin, açamayacağı kapı yokmuş diye söylenir.

Geriye dönüp baktığımızda altı asırdır Bursa’da Erguvan bayramı kutlanırmış. 14. Yüz yılda Bursa’da yaşayan ve Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayazıt’ın damadı Emir Sultan barışın ve hoşgörü’nün simgesi Erguvanların açıldığı dönem, bir hafta Erguvan Faslı adında şenlikler düzenlermiş. Ülkenin pek çok yerinden katılan olur ve şehrin ekonomik ve sosyal hayatı canlanırmış. O zamanlar Marmara Denizi etrafında öylesine bol Erguvan ağaçları bulunurmuş ki; Bursa denilince akla Erguvan gelirmiş.

Işık ağacı diye de anılır. Latince ismi Cercis Siliquastrum, ailesi Leguminosae ya da Fabacea sülalesi ise bizde baklagillere tekabül eden Fabales’tir. Manolya ağacıyla akraba olduğu söylenir.

Kabukları koyu yeşil, alt düzeyi mavimsi yeşil ve pürüzlüdür. Dondan etkilenir. Ona göre de baharda çiçeklerini ne kadar süre sergileyeceğine karar verir. Nazik bilin siz onu. Soğuk rüzgarlardan haz etmez. Üşür, zarar görür, sonra mutlaka bol güneş görmek ister.

 

Boş versene sen, niye beklemeli?

Sıktı artık bu kent beni.

Çekip gitmeliyim, hiç düşünmeden

Bulmalıyım aradığım o yeri.

Şiirmiş, bilgelikmiş her neyse.

Ne varsa benden, kalsın geride.

Kalsın o yalanlar, o yalan ilişkiler de,

Ve ölümler ki sevdanın ikiz doğurduğu,

Yetsin, taşımak istemiyorum hiçbirini yedeğimde.

Nerdesin ey benim her gün yeniden doğan oğlum?

Sevginin çoğul oğlu.

Senin ülkende yalnız bütün özlemler,

Bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, coşku,

Bayrağındaki bir tek çiçekli dalla,

Orada uçsuz bucaksız,

Olanca görkemiyle bir Erguvan imparatorluğu.

(Edip Cansever)

 

Düşün onun peşine, siz onu ararken o çoktan gitmiş de olabilir. Son faslına yetişin bu şehrayin’in (şenliğin) kalmasın vuslat bir başka bahara.

Başlarınız yukarda gözleriniz ilerde ufuklarda yepyeni geleceklerde kırgınlıklar olmadan yaşayın sevgiyle.

 

ÖZDENER GÜLERYÜZ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

  1. Paylaşımınızı ilgiyle okudum. Değerli bir çalışma olmuş. Emeğinize, kaleminize sağlık. Yazmak güzel bir eylemdir. Başarılar dilerim.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

İÇİNİZDE ŞARKI SÖYLEYEN VEYA DÜŞÜNEN ÖZ, HALA YILDIZLARI UZAYA DAĞITAN O İLK AN'IN İÇİNDE DEVİNİYOR MU?

BİREYSEL KÖRLÜKTEN TOPLUMSAL KÖRLÜĞE GEÇİŞİMİZDE ; ''ÖZGÜRLÜK '' VE ''MASUMİYET'' SEMBOLLERİMİZİ ARAMA GİRİŞİMLERİMİZ ÜZERİNE.

PARADİSE LOST- SMYRNA 1922. '' YARALARI KİM DÜŞÜNÜR, ÖLSEM NE GAM!'' : YÜZBAŞI ŞERAFETTİN, 9 EYLÜL 1922