SONSUZ BİAT VE SADAKAT BEKLEYEN OTORİTEYE BAŞ KALDIRMAK - ''CHE'' OLMANIN ÖTESİ.
Seksenli yıllar ülkemizin ve insanlarımızın
en derin travmalarını yaşadığı, en karmaşık siyasi çalkantıların olduğu,
hepimizin oradan oraya sürüklenip, acılar içinde debelenip ruhlarımızı
kaybetmemek, özümüzden ayrılmamak adına bir
şeyleri kabullenip, sineye çekerek yaşamlarımızı sürdürdüğümüz, bu yaşamları
sürdürebilmek adına da bazen ileride hüzünle hatırlayacağımız, garip ama gerçek,
gerçek üstü bazı durumlarla karşılaşarak bizi garip durumlara da düşürebilecek,
düşündürebilecek süreçler olduğunu fark
ediyorum.
Düşünün ki, Üniversite’den yeni mezun
olmuş, hayata atılmak üzere hevesli, ciddi derecede idealist,
hedefleri olan ve o hedeflere doğru koşar adım olmak üzere hazırsınız.
Bu
seksenler süreci
ta ki, aradan on yıl geçip Doksanlara vardığınızda kendi
durumunuzu özünde değerlendirip
muhasebesini çıkardığınızda,
ve elde edebildikleriniz ile edebilecekleriniz arasında bir değerlendirme yaptığınızda
elinizde sadece ailenizin olduğunu, ''buna da şükür'' dediğinizi,
kabullendiğinizi size gösteriyor sanki.
Bin
dokuz yüz doksan yılına gelindiğinde, bir döngü değişmiş, çocuklarınız okula
başlamış, mesleğiniz gereği aynı iş kolunda ama farklı bir şehirde ve özel
sektördesiniz.
İnsanlara
hedef olarak İki bin yılı gösteriliyor, iki bin yılına gelindiğinde sanki yer
yerinden oynayacak artık her şey daha güzel, insanlar daha mutlu olacakmış gibi
havalar yaratılmakta, özel sektör fabrikalarında, ‘’İki bine Doğru’’ adı
altında çeşitli aktiviteler, geleceğe yönelik simülasyonlar gösterilmekte.
O
süreçte ruhen içine düştüğünüz açmazlar, hevesle ülkenize yararlı olmak adına
gösterdiğiniz
fedakarlıklar, bir şeylere ne uğuruna katlandığınızı kendinize bile söyleyememeler, uğradığınız
dışlanmalar, yalnızlaştırmalar, itilip kakılmalar ve daha bir çok şey tam da hayatın
içinde.
Hatta
o kadar ki yeni başlamış olduğunuz özel sektör fabrikasında, gelecekte var
olacağınızı dahi bilmeden, o süreçte orada olabilmek adına, ailenize yeni
doğacak bir bebeğinizin, sadece sizden itaat talep eden o otorite ve o iş için
doğmamasına karar veriyorsunuz.
Hızla
süregelen şey bana göre, Devlet ve Özel sektörün en değişmez tek kuralı
Mobbing, bilerek ya da bilmeyerek en üst düzeyde işliyor.
Sanırım
Dünya yok oluncaya kadar insanın içinde yerleşik olan doğal içgüdüsü, boyun
eğip, itaat etmeyeni dışlamak dürtüsüdür.
Otorite
bununla beslenir.
Ayrıca
belirtmek isterim ki, her nereden mezun olursa olsun, ne kadar ileri derecede
yüksek lisans, doktora yapıp tez falan yazarsa da yazsın, bir insan içsel
travmalarıyla, eğer özünde bir narsist ise o zaman işler daha da sarpa
sarmakta.
Bu
garip insanlar, karşılarına aldıkları gözlerine kestirdikleri bazı insanların
hayatlarını karartmadan, ruhen onları çökertmeden yakalarını bırakmazlar.
Bu
insanların ellerine bir de güç ve yönetme fırsatı geçerse artık bir kar
fırtınasına, sele dönmekte ve yok edici olmaktalar.
Özellikle
de Üniversitelerin, devlet dairelerinin, fabrikaların yönetimsel kadroları bu
tehlikeli insanlara teslim edilmemelidir.
Görüşüme
göre bu kadrolar kurdukları, kendi dar siyasi görüş ve aidiyet hissettikleri ne
olduğu belirsiz tarikat kadrolarına hizmet mecburiyeti nedeniyle matruşka gibi
kendi içlerinden çıkmaktalar.
Yönettikleri
örneğin, üniversiteden mezun olan öğrencilerin hangi durumda mezun olduğu,
yetkinlikleri ve kaliteleri onları hiç ilgilendirmemektedir.
**
Hep
düşünmüşümdür, en idelalist düşüncelerle ki elbette
kendi, savunduğumuz iç siyasi düşüncemiz oluşmuş ve biz
bunu yeri geldiğinde ailemiz ve kendi güvencemiz için içimizde tutuyor, bizi
savurdukları yerlerde otoriteye boyun eğiyor, bilerek isteyerek hantallaştırılmış,
ülkenin
bir çok
ilinde faaliyet gösteren
merkezi bir otoriteye bağlı diğer illerdeki yetkili otoriteler ve onlara bağlı
sürekli
en yetkiliden emir alarak ve sorumluluğu üzerinden güya soyunmuş, sonunda
işler yolunda gitmezse şimşeklerin üzerimizde patlayacağı ülkenin tanınmış sanayi
kuruluşunda en alt düzeyde hadi bilemediniz bir ''Şef''
kadrosuyla çalışmak
nasıl bir şeydir? Bizler buna hangi dayanma gücüyle bir yere kadar dayanıp
sonrasında aldık başımızı gittik. Nasıl oldu bu?
Bin
dokuz yüz
seksen üç
yılında düz
mühendis
olarak Manisa Sümerbank
fabrikasından, bin ikiyüz km uzaktaki Adıyaman Sümerbank fabrikasına tayin
olmak yaşadığımız en büyük travma oldu o yıllarda.
Ülkemiz faşist bir darbe yaşamış, tüm ülke kabuğuna çekilmiş, her klik bir gecede susmuş, askerler bir süre ülkeyi yönetmişler, cümleler ''Netekim'' le başlamış, yıldızları omuzlarında parlayan, askeri cunta bir süre sonra güya demokrasiye dönüş sinyaliyle seçim yapmaya, ama mümkünse o seçimde de bir askerin kurduğu partiye oy istemiş ama Türk halkından bu yaklaşıma onay çıkmamış, aradan işte tam da o ara dönemde kurulup güçlenmiş tarikat kökenli bir parti epeyce farkla seçim kazanarak iktidara geldiği bir dönem yaşıyor.
Susturulup
kaderine razı edilmiş halk yığınlarının çocukları olarak, dönemin rüzgarıyla yaşamaya çalışıyoruz ve hayatlarımızı
sürdürüyoruz.
Otorite
elbette, sonsuz biat ve sadakat bekler.
Sümerbankta çok çalışkan olmak didinmek
ile oturup keyfine bakmak arasında fark olmadığını bize izah eden bir cümle vardır;
''Testiyi
kıran da birdir, Suyu getiren de.''
Kimse
iş yapmayana ''kardeşim neden çalışmıyorsun?'' demediği
gibi,
Çok çalışana da ''Afferim''
diyen yok yani.
Tam
da seçim
günü, bir şehirde oy kullanıp
ardından zaman kaybetmeden ailenizle, savrulduğunuz başka bir şehre doğru yol
aldınız mı ömrünüzde?
Biz
aldık.
''Sürgün Şehrinden Çıkış'' adını verdiğim, Ange yayınlarından çıkan son kitabımda bu süreci detaylı yazdım.
O
kitabımda birçok
konuya yer verdim ama sonradan düşününce aklıma gelen ve hatta
belki de Sümerbank'ta
sonumuzu getiren içimdeki
otoriteye başkaldırma gücümü sonuna kadar kullanmaya
karar verdiğim devrimci, sosyalist yanımı sergilediğim o süreçten söz etmediğim aklıma geldi
neden etmemişim ki, bilmiyorum.
**
Adıyaman
Sümerbank fabrikasında ‘’neden buradayız ve neden biz?’’ gibi saçma soruları
sorma dönemini kapatıp, ülkenin her yerinde, şimdi orada faydalı olmaya
çabaladığımız, diğer sürgün yemiş mühendis arkadaşımızla birlikte Adıyaman’ı en
karlı fabrika durumuna soktuğumuz zamanlardayız.
Yıl
tahminen Bin dokuz yüz seksen beş olsa gerek.
Genel
müdürlük tarafından gönderilen bir talimatla Adıyaman’dan Hollanda’ya pijama
takım ihracatı yapılacağı bilgisi bizde büyük heyecan yarattı.
Derhal
toplantılar yapıldı kararlar alındı. Adıyaman fabrikası tam entegre bir tesis
olduğundan pamuktan itibaren iplik, örme, kasar, boyama ve diğer terbiye
işlemleri orada yapılacak ayrıca konfeksiyon ünitesi de kendisine gelen
kumaşları beden dağılımlarına göre keserek hızla dikim bantlarına alacak ve
çıkan üretim, kalite kontrol, ütü paket ambalajlama ve kolileme yaparak
ihracata hazır hale getirecekti.
Planlama
böyleydi hepimiz çok heyecanlıydık.
Uykularımız
kaçmıştı.
Ama
bir dakika bu herkeste de böyle miydi?
Doğrusu
ben öyle olmadığını takip eden günlerde gördüm. Düşüncelerimi her yerde ifade
etmeye, sorumlusu olduğum ünitenin, kesim, dikim ve paketleme için belirli bir
zamana ihtiyaç duyduğunu söylemeye başladım.
Bu
anlayışı diğer ünitelerde görmedim, diğer üniteler ağırdan alıyorlardı bu işi.
Eğer
bana yeterli zaman kalmazsa yüklemenin istenen tarihte olamayacağını gördüm.
Kendime
göre tedbir olsun ve müdüriyetin diğer ünitelere ‘’daha sistemli, hızlı çalışın’’
diye uyaracağını varsaydığımdandır ki;
Hayatımın,
‘’Otoriteye karşı ne yapılması gerekir sadece susmak ve itaat’’ olan kuralını
çiğneyerek en büyük hatasını yapmış bulundum.
Odamda
oturup o heyecanla, iki A4 sayfası süren durumun izahını yapan, ‘’Konfeksiyon
Ünitesine de zaman bırakın’’ diye özetleyebileceğim direk Müdüriyete hitap eden
kendi bağlı olduğum hiyerarşik sistemi katleden ve çok aşan, ‘’Müdüriyet
Makamına’’ hitaben bir yazı yazıp yine heyecanla odacıyla Müdüriyet Sekreterine
yolladım.
Sonuç
ne mi oldu?
İnanın
bana hiçbir şey değişmediği gibi, hiyerarşik sisteme kafa tutup böyle bir
yazıyı dümdüz Müdür’e yolladığım için kendimi yaktım.
Boş
verin ihracatı mihracatı.
Kuzu
gibi bana kalan kısacık zamanda elemanlarımla birlikte gece ve gündüz kafamı
işletmeden çıkarmadan çalışarak, her dakikasını içimde yaşayarak ölesiye
çabayla zamanında ürünü kolileyebildik gözlerimizde Adıyaman’dan yapılacak ilk
ihracatın verdiği huzur ve sevinçle.
Ve
cebimde Müdüriyete çağrılmış birçok fırça yemiş ama elemanlarıma hissettirmemiş
olduğum, beni kendi içimde yücelten o devrimci, sosyalist
Yapan ''Che'' Özdener’in devlet memurluğundan istifa mektubu ile.
O
sırada elemanlarım beni, ben
elemanlarımı canı gönülden alkışlıyorduk.
ÖZDENER
GÜLERYÜZ
Doğru söyleyeni 9 köyden kovarlar ama Türkiye de 90.000 köy var.
YanıtlaSilNe yazık ki 3üncü Ahmeten beri liyakat hep ötelendi. Benden veya değil anlayışı ülkemizin ve diğer doğu ülkelerinin büyük sorunu.
İşi ehline verin emri olmasına rağmen bunu hep unutuyoruz.
Değerli Kardeşim , güzel bir pencereden bakmışsın. Ülkemizin en önemli sorunlarından birisine dikkat çekerek. Saygılarımla.
Sil👍 bulunduğunuz çağın yada dönem içersinde olmak tam karşılığıni yaşamak bu olsa gerek ne kadar güzel anlatmissin ozdenercim malesef ki hâlâ yiğidin hakkı yiğide verilmiyor değişen birşey yok belkide daha da beteri yaşanıyor . Gerçekleri yansittigin için çok cesur yüreğine kalemine saglik
YanıtlaSilSezerciğim, çok teşekkür ederim güzel yorumun için.
SilKitabınız için tebrik ederim. Yazınızı okudum, benzer şeyleri Nazilli Sümerbank basma fabrikasında da Dokuma tezgahlarına hataları azaltacak bazı cihazlar ve parçalar eklediğimizde yaşadık. Problemler, yönetimden ziyade aşağı seviye çalışanlarla oldu. Yıllarca çok üretip, çok kazanmaya şartlanmış olarak yetiştirilmiş personel. kaliteyi arttırırken, üretim hızını düşüren yenilikleri kabullenemediler. Sürekli arıza yarattıkları gibi gerçek dışı mazeretlerle 15 gün sonra söküp attılar. Aslında "Nereden çıktı şimdi bu, başımıza bir sürü iş çıkaracaklar, şimdi bir şey yapmazsak bunun arkası gelir" zihniyetinden başka bir şey değildi. Siz ve beraber çalıştığınız mesai arkadaşlarınız ne kadar gayretle çalışsanız da diğer ünitelerde yukarıda yazdığım zihniyetin hakim olduğunu düşünüyorum. Keşke her çalışan Sümerbank'ı bizim kadar sevseydi. Selamlar,sevgiler.
YanıtlaSilİlhan bey öncelikle güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Adıyaman'a gittiğimde dikim bantlarında çalışan devlet işçileri ki bunlar tamamıyla lise, meslek lisesi düzeyinde sınavla seçilmiş kızlardı, kendi kafalarına göre çalışıyor, kart basıyor, akşama kadar kendileri ne kadar isterlerse iş çıkarıyor ve akşam da evlerine gidiyorlardı. Bahsettiğiniz gibi bir duruma düşmemek için öncelikle bağ kurmak, inançlarını sağlamak, daha sonra da eğitim vererek uzun bir yoldan ilerledim. Hiç gerekmediği halde onlara ne yapmak istediğimi anlatmak için ''İş ve zaman etüdü'' dersi verdim. Onları üretimin yükselmesi için çok önemli bir konumda olduklarına inandırdım. Bu zamanı harcadıktan sonra üretim kendiliğinden arttı ve güzel insani bağlarla inanç sağlayarak Adıyaman fabrikası kırk fabrika içerisinde en karlı fabrika oldu. Tekrar teşekkür ederim saygılar.
Sil
YanıtlaSilSevgili arkadaşım yazını dikkatle okudum.O dönemlerde benzer olayları hep yaşadık.Ancsk bu liyakatsızlık, bu yeteneksizlik ve sorumsuzluk özellikle kamu sektöründe hep karşımıza çıkmaktadır.Bu tıp olaylar senin gibi çalışkan , başarılı, yurtsever insanların kırılmasına, üzülmesine hatta küsmesine neden olmuştur.Şimdilerde ise yetişmiş başarılı gençlerimiz kendilerini yurt dışında yer aramaktadır.İ inşallah bu gibi durumların en kısa zamanda kendimiz ve ülkemiz için düzeleceğini umut ederim.Yazını tebrik eder, selam ve sevgilerimi iletirim.🙏❤️🌷
Değerli kadim dostum çok teşekkür ederim güzel yorumun için. İnan ben de yurt dışına giden gençlerimizin kendi ülkelerine katkı vermek için tekrar onlara dönüş zemini hazırlayabiliriz. Sevgilerimle.
Sil