KAYBOLMUŞLUĞUN ORTASINDA ''MASA DA MASAYMIŞ'' DEDİRTEN BİR KİMSESİZLİK HİKAYESİ.

 

 

Fazla zorlanmadım hemen buldum aradığım kitabı kitaplığımda.

Henüz iki gün olmuştu ki, hep adını duyduğum birçok yerde alıntılarını okuduğum, bir çok insan tarafından okunduğunu düşündüğüm derin bir felsefe ve sosyoloji ile dopdolu ''Böyle Buyurdu Zerdüşt' 'ü elime alalı ve daha elli sayfa bile okumadan çok derin bir çukura çekilip düştüğümü fark ettim.

Geriye doğru düşünmeye başladım ama zorlandım bulamadım hangi yıldı o?

Aradığım kitabı elime alıp sayfalarını karıştırmaya, altını çizdiğim sayfaların satırlarını merakla ve hızla tararken kitabın arasından bir kart çıktı.




Kartı incelediğimde randevu kartı olduğunu gördüm.

Sekiz Haziran iki bin on beş, saat on iki.

Özel Dal merkezi,

Randevu veren Doktor,

Hastanın adı soy adı ve diğer bilgiler.

Psikoterapi aldığım o yılı tamamen aklımdan çıkarmış, unutmuşum.

Zerdüşt'ü okurken aklıma gelen Terapistimin daha ilk görüşmemizde bana okumamı önerdiği ''Nietsche Ağladığında'' kitabını, diğer görüşmemize kadar okumuş, satırların altlarını çizmiş, sayfa uçlarını kıvırmış ve tekrar görüşmemizde gözlerini açarak benim kitapla ilgili müthiş değerlendirmemi dinlemişti terapistim. Benimle baş edemeyeceğini de o an anlamış olmalıydı.

''Nietzsche Ağladığında'' kitabını bildiğiniz gibi Irvın D. Yalom yazmış.




(Irvin David Yalom, Yahudi asıllı Amerikalı Psikanalist, Psikiyatrist, Psikoterapist ve yazar. 13 Haziran 1931’de doğmuş.

1992 yılında ilk romanı ‘’Nietzsche Ağladığında’’  yayımladı. Bu kitapla Okuyucuyu varoluşun kader, hakikat, inanç, mutluluk, özgürlük, irade, gibi konuları üzerine bir yolculuğa çıkardı.)

Çok yoğun, sürükleyici bir düşünce romanı, edebiyatla da düşünülebileceğini gösteren müthiş bir örnekti.

Zamansal olarak on dokuzuncu yüzyıl Viyana'sı. Ortamlar çok entelektüel.

Hava buz gibi.  Aynı bu gün.

Henüz iki kitabı yayımlanmış ama kimsenin tanımadığı bir filozof bu kitabın aktörü.

Tabi ki, Frıedrıch Nietzsche.

Yalnızlığı seçiyor, acılarıyla barışmış, ihaneti görmüş. Tek sahip olduğu şey, valizi ve kafasındaki kitaplar.

Tanrıyı öldürmüş, '' Ümit kötülüklerin en kötüsüdür çünkü işkenceyi uzatır.'' diyor.

Daha sonra, ''Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız : Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz? diyecek.

Genel hatlarıyla kitabın konusuna bakacak olursak, Ümitsizlik. O yıllarda Avrupanın kültürel geleceği tehlikede.

Kitabın arka kapağında o günlerde deyim yerindeyse ''kafam yerinde olmadığından'' anlayamadığım ya da okuyup geçtiğim ve daha çok iç sayfalarda gezindiğim içindir belki de, diyor ki:

''Kendisiyle ve hayatla yüz yüze gelmekten çekinmeyenlere.''

İşte şok edici cümle!

İki bin on beş, bu gün bu yazıyı kaleme aldığım güne bakılacak olursa Ocak İki bin yirmi iki. Aman tanrım yedi yıl mı?

**

Daha bu sabah, Türk Sinemasının değerli kadın oyuncularından Fatma Girik'in vefat haberi, Daha dün, kadın gazeteci Sedef Kabaş'ın tutuklanma haberi,




Ülkemde sadece yaptıkları haber yüzünden tutuklanmış ve hapse atılmış daha bir çok gazeteci hatta öğrenciler.

Yıllar önce Yirmi Dört Ocak günü evinin önündeki arabasına bomba konularak katledilen gerçeği görüp bize söylemiş Uğur Mumcu'nun ölüm yıldönümü aynı zamanda.

Yaklaşık yirmi yıldan beri ülkemin uğradığı kültür erozyonu, aydınların aldığı yoğun tehditler, yıllar önceden bu günlere gelmemize neden olan, elde ettikleri makam, ünvan, rütbe ve diğer üst olanakları kaybetmemek adına gözlerini kapatmış içlerinde büyüyen tehlikeleri göremeyen, bu güne zemin ve temel atanlara bin lanet okuyarak bu günle yüz yüzeyiz işte.

Bu bir kültür erozyonundan daha ileri, bizleri geri itip kabuğumuzda sessiz kalmaya zorlayan çok acı bir gerçek.

Torunlarımıza nasıl bir ülke bırakacağız acaba?

O gün ben kendimle ve hayatla yüz yüze gelmekten çekinmemişsem, Bu gün kiminle ve neyle yüz yüzeyiz hepimiz ve çekiniyor muyuz bundan?

Ayrıca da yıllar itibarıyla ülke olarak fert olarak girdiğimiz depresyon sayısı ve derinliğinin çok fazla olduğunu düşünmekteyim.

Bu duruma düşünen bireyler olarak akıl sağlığımızı koruyarak daha ne kadar tahammül göstereceğimiz,  bana göre belirsiz.

**

Çok etkilendiğim, çok kızdığım durumlarda kendimi tutamayıp geçmişte üç kez depresyon etkisiyle tek başıma evden uzaklaştım. Bunlardan bir tanesi yurtdışına, ikisi yurt içine, bir kaç günlük maksimum bir haftalık uzaklaşmalardır.

Depresyon etkisiyle gittiğim yerlerde çoğu zamanımı aldığım ilaçların etkisiyle uyuyarak, uyandığımda da çok aç olduğumu hatırlayıp yemek yiyerek geçirdim. Gittiğim lokantalarda garsona yemek siparişi vermek dışında kimseyle konuşmadım, içimden konuşmak gelmedi, durgunlaşıp sanki bir şeylerin etkisindeymişim ve bunu da kabullenmişim gibi sessiz, içe kapanmış sadece bakan, izleyen, yiyen ve gerekli insani davranışları yapan dünyada çok yalnız kalmış kimsesiz bir insan tavrı sergiledim. Gece kalkıp yağmura baktım. Rüzgarın sesini dinledim, karanlığı izledim.

Özellikle de yurt dışına gittiğim zaman sanki bana ulaşılması ya da benim bir yerlere ulaşmamın çok zor, dünyanın bir başka köşesindeymişim hissi vardı içimde. Bunları yaparken ben kimseye haber vermiyor, birden ortadan kayboluyor arkamda nereye gittiğime dair iz bırakmıyordum. Arkamda kalanlar benim ortada olmadığımı anladıklarında aramaya başlıyor, mesajlar atıyorlardı ama ben onları gördüğüm, okuduğum halde, geriye dönmüyordum.

**

Aradan bir gün geçtiğinde gittiğim yerin bazı güzellikleri dikkatimi çekmeye dış dünya ile temas etmeye başlıyordum. Elimde olmadan geride bıraktığım insanlara ''artık beni bulun'' mesajını vermek ister gibi telefonumla çektiğim bazı resimleri hesaplarımda paylaşmaya başlıyordum. Çok garip, anlamsız geliyordu bunlar.

Yurt dışına bir tur şirketi ile gittim. Çok geç saatlerde, kalacağımız otele gitmeden, kuzey Avrupa’nın en soğuk ülkelerinden birisinin çok büyük ve insanların yılbaşına iki gün kala, kutlamalar için toplandığı kalabalık, başkentinde,  bir meydana otobüs ile girdik. Otobüs bir köşede durdu ve rehberimiz bize bir saatlik bir serbest zaman verdi. Hepimiz indik, birlikte geldiğimiz herkes sanki bu şehri çok iyi tanıyorlarmış gibi ortadan kayboldular, otobüsümüz de orada park edemeyeceği için, bir saat sonra bizi almak üzere uzaklaştı.

Avrupa’nın en kuzeyinde okyanus kıyısında neredeyse su içinde sayılabilecek hatta deniz seviyesinin iki metre altında olduğu bilinen o şehrin koskoca kalabalık, pırıl pırıl aydınlatılmış meydanında rüzgar etkisiyle beyaz bir duman gibi savrulan ve sanki kurumuş gözlerime çok iyi geldiğini düşündüğüm soğuk sis’in, daha iyi, daha çok girsin diye gözlerimi çok büyük açarak, karanlıkta görmeye çalışan kör, titrek, biraz sonra da buzdan bir heykel olacağımı düşünerek, sadece büyük çok büyük bir binanın önünden hiç bir yere ayrılmadan tekrar insanların ve otobüsün gelmesini ve beni sıcak bir yere götürmesini bekledim bir saat boyunca ve orada nasıl oldu da donmadım bilmiyorum.



Tam da kaybolmuşluğun,  kimsesizliğin, derin yalnızlığın orasında. Aldığım bir cezanın, ya da uğradığım bir lanetin sonucu olarak oradaydım ve o yerde kalıp cezamın bitmesini beklemeliymişim gibi geliyordu. Meydan'ın pırıl pırıl ışıkları, soğuk sis içinden süzülerek gözüme girse de ben, tüm benliğimle karanlığın tam ortasında, kalabalıklar içinde kimsesiz, kayıp, donuk birisi olarak duruyordum. Boş gözlerle ileride, ışıklar ve sisler arasında, sanki su üzerinde sağa sola, adım atmadan ilerleyen insanlar görüyordum. Ne olabileceğini anlamaya çalışıyordum. Sesler kulaklarımı çok rahatsız ediyordu. Her şey çok küçük gibiydi, bir masal ülkesindeymiş gibi küçük. Sadece durdum orada gerektiği kadar.

Otobüsümüz gelmeden beş dakika önce birlikte otobüste olduğum, tanıdığım bir kaç yüz geldi yanıma daha sonra herkes toplandı. Otobüsümüz geldi donmuş halde bindim otobüse. Yerime oturdum bilinçsizce. Sonra biraz ısındım sanki, otobüs ilerleyince aslında o adım atmadan ilerleyen insanların bir buz pistinde kaydıklarını yakından gördüm. Çok eğleniyorlardı, yeni bir yılın gelmesine iki gün vardı ve şimdiden onu kutluyorlardı. Sisler yine rüzgarla savruluyordu, kurumuş gözlerimin içi sisten ıslanmış o soğuk sis gözlerime iyi gelmişti.

Bir şeyler beni tutuklamış ben de ona teslim olmuş gibiydim. Bir şeylerin aslında kaybetmediğim, kaybedemeyeceğim insanların varlığını özlüyordum ve onların o an yanımda olmaması rahatsız ediyordu beni. Bana güç veren onlardı. Ama suçlu gibiydim şimdi, kaçmış, kaçırılmıştım onlardan hem de haberleri olmadan.

Rehberimiz otobüste, otelimize gidip yerleşeceğimizi ve şehrin başka, daha güzel yılbaşının kutlandığı, meydanına yılbaşı akşamı toplu olarak gideceğimizi söyleyerek katılmak isteyenlerin listesini yapmaya başladı. Ben aynı duyguları yine yaşamamak için katılmayacağımı söyledim.

Yılbaşı akşamı otelde kaldım ve erken saatte uykuya daldım, saatler gece yarısını vurmadan uyandım. Uykumu almıştım sanki. Çıktım yataktan. Giyinip aşağıya indim otel sakindi. Resepsiyonun karşısında bira ve diğer bazı meyve ve yiyecekler satan bir küçük market vardı. Ülkenin meşhur birasından iki tane ve cips ve hazır sandviç aldım, dönerli ana kapıdan bahçeye çıktım. Güzel, havuzlu bir bahçesi vardı otelin. Dışarda masalar ve sandalyeler vardı, birisine oturdum yılbaşı yiyeceklerimi masaya koydum. Yandaki masada bir kaç genç vardı anlamadığım dilden bağıra çağıra şakalaşıyorlardı çok yoğun sigara içiyorlardı ama bu içtikleri sigaranın kokusu çok değişikti. O kokuyu daha önce hiç duymamıştım, insan üzerinde değişik rehavet verici bir etki bırakan kokuydu.  Biradan yudumlamaya ve cipslerden yemeye, bir yandan da o gençleri izlemeye başladım. Gece yarısı olduğunda, otel biraz hareketlendi. Sesler arttı, bahçeden görülen çok ileriden atılan havai fişeklere daldım bir ara.




Gençler de kalkıp toplu halde başka bir yere belki de yılbaşı kutlamalarına katılmak üzere gittiler. Bahçede sadece ben kaldım. Yalnız yapayalnızken, gelmiş ve ilk dakikaları geçmiş olan ayrıca ne getireceği belirsiz, yeni bir yıla bir kuzey ülkesinin, otel bahçesinin havuz kenarında, soluk ışıklar altında bir masada bira içerek, cips yiyerek tek başıma girdim ve Edip Cansever’in ''Masa da masaymış ha!'' şiirini hatırladım.




Masaya biranın dökülüşünü izlemek için şişeden biraz da bira döktüm masaya.

 

ÖZDENER GÜLERYÜZ

 

Yorumlar

  1. Insanin kendi yaşadiklarini ve hiss etdiklerini bu kadar guzel anlata bilmesi zaten baştan başa bir terapi... Keşke her kes yapa bilse...

    YanıtlaSil
  2. Anılarınız... güzel bir anlatım ve sevdiğim bir şairden, güzel bir şiir... Bana iyi geldi Özdener Bey, teşekkürler.

    YanıtlaSil
  3. ellerine saglık..güzel bir hikaye olmuş..saygılar

    YanıtlaSil
  4. Yine cok güzel bir yazı olmuş Ozdener. Sanki akıcı bir roman gibi, zevkle okudum. Nasıl bir ikilemse bu. Insanin yaşadığı güzel günlerden degil, zor günlerden roman oluyor. Saglikli mutlu yaslar diliyorum.

    YanıtlaSil
  5. Özdenercim akıcı ve güzel.Tabiki yazdıkların zor günler zor anlar.Keşke çok güzel yaşanmışlıkları da yazsan.Sevinçlerini mutluluklarını yazsan.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

İÇİNİZDE ŞARKI SÖYLEYEN VEYA DÜŞÜNEN ÖZ, HALA YILDIZLARI UZAYA DAĞITAN O İLK AN'IN İÇİNDE DEVİNİYOR MU?

BİREYSEL KÖRLÜKTEN TOPLUMSAL KÖRLÜĞE GEÇİŞİMİZDE ; ''ÖZGÜRLÜK '' VE ''MASUMİYET'' SEMBOLLERİMİZİ ARAMA GİRİŞİMLERİMİZ ÜZERİNE.

PARADİSE LOST- SMYRNA 1922. '' YARALARI KİM DÜŞÜNÜR, ÖLSEM NE GAM!'' : YÜZBAŞI ŞERAFETTİN, 9 EYLÜL 1922