KÜRESEL BAZDA YABANCILAŞMA'NIN MATRUŞKALARINA DAİR.

 

 


YABANCILAŞMA:

1) Özgün anlamı içinde, bir şeyi ya da kimseyi başka bir şeyden ya da kimseden uzaklaştıran, başka bir şeye ya da kimseye yabancı hale getiren eylem ya da gelişme.

2) Psikiyatride normalden uzaklaşma durumu.

3) Çağdaş psikoloji ya da sosyolojide, kişinin kendisine, içinde yaşadığı topluma, doğaya ve başka insanlara karşı duyduğu yabancılık hissi.

4) Felsefede, şeylerin, nesnelerin bilinç için yabancı, uzak ve ilgisiz görünmesi, daha önceden ilgi duyulan şeylere, dostluk ilişkisi içerisinde bulunulan insanlara karşı kayıtsız kalma, ilgi duymama, hatta bıkkınlık ya da tiksinti hissetme.

5) Benin kendi özünden uzaklaşmasıyla, kendisine ve eylemlerine nesnel biçimde, sanki bir ustanın elinden çıkmış bir nesneye bakarcasına yaklaşımıyla belirlenen bilinç hali, kişinin kendi benliğiyle ya da zihin halleriye, kendisi arasına duygusal bakımdan mesafe bırakması durumu, kişinin gerçek beniyle olan içsel temasını yitirdiğini anlamasının sonucu olan kendisinden kopması hali.

 

VE MATRUŞKALAR

Küreselleşme’nin destekçileri ve karşıtları, kadınlarla erkekler, işçilerle patronlar, sahiplerle sahipsizler, yerlilerle yurtsuzlar, yenilikçilerle gelenekçiler, sağcılarla solcular ve kadın olsun erkek olsun birbirinin içinden çıkan matruşkalar her duyularıyla kendi devamlarının savaşçıları olmaya mecbur mudurlar?

Bu savaşın sonucu olarak uzaklık ve yabancılaşma durumu sadece zihinsel değil, aynı zamanda mekansal olarak da böyle mi?

Mekansal olarak, bazı semtlere sadece seküler yaşayanların gittiğini düşünen ve orayı tercih edemeyen bir muhafazakarla, sosyal medyada farklı düşündüğü için ''seni takipten çıkıyorum''  ya da ''ben de matruşka’nın içindeyim benden öncekiler gibi seni dışlamam gerekli'' diyenlerin arasında bir bağ yok mu?

Ben olduğunu düşünüyorum.

Peki bunun olması gerekiyor mu?

Sınırlarımızın bu kadar keskinleşmesi, bir yerden başka bir yere geçişlerin zorluğu, dünyada birbirine tahammülün bu kadar azalması şart mıdır?




Toplumlarda ortaya çıkan bu bölünmelerle artık sosyal medyada da sadece bize istediğimizi söyleyenleri takip ediyor, dışarda sadece bizimle aynı düşünen insanlarla oturuyor, sadece bizimle aynı inancı paylaşanları ''doğru'' buluyor, dünya küreselleşirken bu küreselleşmenin kültürleri bir araya getirdiğine her ne kadar inanıyor olsak da nihayetinde diğer kültürlere saygı duymayı tam başaramıyoruz. Hoşgörü, saygı ve birlik popülizmin hiç sevmediği kavramlar ve artık bizde de hiç kalmadı.

Sosyal medyada sadece kendimizi önemli görüp, görselliklere önem verip, sağlığımızdan doğum günümüze ya da çiçek börtü böcek ne varsa her şeyi paylaşıp, üstelik bir de hesap kilitleyerek bulunmaz Hint kumaşı olmaya soyunmak da baya marifet yani.

Özgürlük anlayışını sadece '' kendisini kapsayacak ve kendisine yetecek kadar'' düşünen ve tanımlayanlarla, özgürlük üzerine hiç düşünmeden ona daracık bir alanda diğerine sınır çizerek bakanlarla, başkalarını hiçe sayan matruşka bebeklerine sormak isterim; bu dünyada nasıl ''bir arada özgürce'' diyerek yaşayacağız.

 

ARTIK AİDİYETLERİMİZ DE SALLANIYOR MU?

Derrida,( eleştirel düşünce yöntemi ve yapı sökümcülük olarak bilinen düşünce yönteminin kurucusu, Fransız filozof) '' birlikte yaşamak gerek'', söyleminden çıkıp ''birlikte yaşama arzusu'' na geçmek gerektiğini söylüyor ki, bu ''birlikte yaşama arzusu''düşüncesini güçlü ve gerekli buluyorum.

Süregelen, bir grubun duygu ve düşüncelerini kabuklaştırmış, sertleştirmiş birbiri içinden çıkan ve tahtın, koltuğun, mentalin farklı, öteki olduğu kabul edilmiş insan, insanlara geçeceğini sananlar için sıra sıra saf tutmuş birbiri ardında duran açılan gedikleri çabucak kapatarak, birbirini uyaran sistemler dışlayıcı, ötekileştirici ve mobbingçi anlayıştadırlar.

Sözüm ona toplumu parçalamak istemediklerini söyleyenler, toplumu daha çok parçaladıklarının farkında bile değillerdir.

Tahammülsüzlük üzerine düşünmemiz gerekirse, içinden tüketim kültürünün etkileri, sağ popülizim, kimlik siyasetinin yansımaları, özne yaratımı ve benzeri konular çıkar.

İnsanların, içinde yaşadıkları toplumlarıyla beraber yaşama arzusu duymadıklarında kendi toplumlarına yabancılaşmaları kaçınılmazdır.

Sadece tek başımıza olmadığımız, bizi önemseyen, değer veren insanların da toplumda olduğu fikri ( mezun olduğumuz okulumuz, derneğimiz, iş yerimiz sendikamız, vb.) daha çok yayılmalı. Ama maalesef matruşkalar silsilesi o kadar korkak ki, korkudan dili tutulmuş, tahammülsüz bir dil kullanarak ya da susup dışlayarak, ötekileştirici varoluşun dışavurumları olarak bugün bu ''birlikte yaşama arzusu'' dileğimizi çok gerekli kılıyor.

Hem zaten ''birlikte yaşama arzumuz'' olmasa dünya neye yarar ki?

İnsan üzerine konuşmanın zor tarafı, insanların hepsini aynı cümlede tanımlamak, genelleme yapmaktır.

Cümlelerimin kastettiği kadar insan tipi mevcutken buna uymayan insanlar da vardır. Ancak bütün bir eğilimden Hayatın gidiş yönünden bahsetmek mümkün olabilir.

Bir şairin sözüyle başlayacak olursak, “Ol Mahiler derya içredir, deryayı bilmezler”, dizesiyle anlatılan balığın içinde yaşadığı denizi tanımıyor olması..

Gerçi yabancılaşma kavramının ötekiler cinsinden tanımlanmasının da kendi içinde yabancılaştırıcı bir tarafı var. Onun için konuyu bizim yabancılaşmamız şeklinde sunmak daha amaca uygun olacak sanırım.

Hepimiz yabancı doğduk bu hayata, ancak yaşadığımız hayat, aldığımız eğitim, kendi merak edip öğrendiklerimiz , öğrendiklerimizle gözlemlediklerimiz arasındaki çatışmalar, farklar,  bizi yabancı kalmaktan uzaklaştırabilir.

Yabancılaşma iki şekilde ortaya çıkıyor.

Birincisi zaten yabancı bir dünyaya doğan insanoğlunun bu dünyanın yaşadığı ortamın niteliğini, gelgitlerini, kanunlarını  yeterince algılayamaması.

İkincisi de, başlangıçtan itibaren yaşadığı algıladığı adapte olduğu ortamın değiştiğini algılayamaması ya da yaşadığı ortamı diğerlerinin de paylaştığını düşünmesi dolayısıyla yabancılaşması.

Yani her iki durumda da kişi yeterince özleşemediği ortamları küçük bir akvaryumdaki gerçekliğin içinden görmeye başlıyor. İnsanlar ve kurumlar açısından her iki şekilde de  ortaya çıkması söz konusu.

 

   ÜNİVERSİTENİN, BÖLÜMÜN ÖĞRENCİ VE MEZUNA YABANCILAŞMASI

Toplumdaki işlevlerinin ne olduğuna karar verememiş ancak statükoda önemli bir yere sahip olduğunu düşünen bir üniversitenin topluma motor güç olması da elbette mümkün değil. Para azlığı kaynak ayrılmayışını bahane etmek aslında ne işe yarayacağını, hangi derde derman olacağı bilgisinin ya da isteğinin olmayışını örtmek üzerine. 

Uluslararası literatürdeki yayın sayısıyla sayısal olarak bazı ülkelerle boy ölçüşebildiğini göstermek bir tarafa bu çalışmaların hangisinin uygulamaya yönelik olduğunu irdelemek lazım. Bu yayınların çoğunluğu da akademik kariyer ilerlemesinde ön şart olduğundan yapılan şeyler genelde dünya literatürünün takip edilerek benzer çalışmalar yapılması da üniversitenin ürettiği taklit bilginin ne kendine ne de topluma bir fayda sağlamadığı aşikâr. Un, şeker, yağa sahip Üniversitenin bunları bir araya getirip yenebilir bir helva yapabilmesi ancak bir kaç kuşaklık deneyimle ve de şartlanmayla başarılacak bir şey olsa gerek. Ancak hem eğitim hem de araştırma işlevlerine sahip Bilim adamlarının epeyce bir kısmının balık tutmayı öğrenmiş olmasına rağmen hala balık tutma metotları üzerine çalışmalara katkıda bulunmasında ısrar etmesi memleketin meselelerine kafa yoracak bir görevi olduğunun farkında olmayışında. Önündeki meseleleri demokratik, Özerk bir yapıya kavuşmak, ekonomik olarak daha fazla gelir  isteyen, araştırma imkânları olarak daha fazla kaynak isteyen Üniversitenin bütün bunlara sahip olması durumunda evrensel bilimsel metotlardan yola çıkarak hangi toplumsal meseleye çare üretebilecekleri felsefe eksikliği dolaysıyla pek mümkün görünmüyor. 

Üniversitelerin toplumun gözünde bir iş alanına kavuşmada önemli bir aşama olarak görülmesi Üniversite sayısının artmasına sebep oluyor. Toplumsal boş vermişlikten olsa gerek Üniversitelerin çok parlak öğrencileri ve bilim adamlarını istihdam edenlerin dışındaki kısmında öğrenciler, hocalardan daha fazla bir bilgi talep etmiyor. Bilim adamı ve de hoca olmanın sürekli öğrenmekten geçtiği bilincinde olmayan ya da bu konuda kendini yenilemeyen ve de bu konuda zorlanmayan kişilerin de statükoya sarılmaktan başka yapacakları bir şey kalmıyor.

Değişen bilimsel metotlardan ya da bilgiden haberdar olmadığı hatta yaygın olarak internet alt yapısına sahip olduğu halde bundan yeterince istifade edilmiyor.  Ayrıca öğrenci-hoca arasında alan razı satan razı bir konum ortaya koyuyor.

Öğrenci sadece diploma talep ediyor, Hoca da hem statükoda iyi bir yer hem de iyi gelir.

Bu devinim böylece devam ediyor. Hoca gelirini cebe atıyor, kariyer yapıyor,

Öğrenci diplomayı alıyor. Alıyor ama, piyasada tökezliyor.


ÖZDENER GÜLERYÜZ

 

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İÇİNİZDE ŞARKI SÖYLEYEN VEYA DÜŞÜNEN ÖZ, HALA YILDIZLARI UZAYA DAĞITAN O İLK AN'IN İÇİNDE DEVİNİYOR MU?

BİREYSEL KÖRLÜKTEN TOPLUMSAL KÖRLÜĞE GEÇİŞİMİZDE ; ''ÖZGÜRLÜK '' VE ''MASUMİYET'' SEMBOLLERİMİZİ ARAMA GİRİŞİMLERİMİZ ÜZERİNE.

PARADİSE LOST- SMYRNA 1922. '' YARALARI KİM DÜŞÜNÜR, ÖLSEM NE GAM!'' : YÜZBAŞI ŞERAFETTİN, 9 EYLÜL 1922